melul pasa sayi1

42
“ Dikkat edin, yüreğinize batmasın, her taraf düş kırıklığı. ” mel l pasa . kurbanlık dergi sayı: 1 hangi çocukların torunlarıyız ? Çanakkale’den Cumhuriyet’e Mektup Stalin ve Milli Şef Abdülhamid ve 2500 yıllık Üst Akıl Bir Adam ...

Upload: melul-pasa

Post on 21-Jul-2016

248 views

Category:

Documents


4 download

DESCRIPTION

Melul Pasa - Kurbanlık Dergi

TRANSCRIPT

Page 1: Melul Pasa Sayi1

“ Dikkat edin,yüreğinize batmasın,

her taraf düş kırıklığı. ”

mel l pasa.kurbanlık dergi sayı: 1

hangi çocuklarıntorunlarıyız ?

Çanakkale’denCumhuriyet’e

Mektup

Stalinve

Milli Şef

Abdülhamidve

2500 yıllıkÜst Akıl

BirAdam

...

Page 2: Melul Pasa Sayi1

İnsanoğlu, fıtratında var ne yapsın? Kendinden daha güçlü olana, kurban sunmak ister. Kurban sözü;

Arapça bir kelime olup, (K-R-B) kökündendir. Lûgatta “Manen yaklaşmak, yakın olmak” anlamındadır.

Her insan bu duygusunu içinden sökemez. H.z. İbrahim Aleyhisselam, oğlunu kurban etmekle sınandığında, Rabbimiz merhametinden ve rahmetinden bizleri nasiplendirip, yaradılışının gayesinin farkında bir teslimiyet halinde olan, toynağından kemiğine kadar insanoğluna faydalı, koyun hayvanının erkeği olan ‘koç’u göndermesinde nasıl bir manâ vardır?

Peki, bu gün? Oğullarımızı, kızlarımızı, mallarımızı kime kurban ediyoruz?

Farkında olmadan, gencecik yaşlarda, bırakıp dünya haline, kurban edilen çocuk ve genç nesilleri görmezden mi geleceğiz? Küffar zihniyetlerin egemenliklerine teslim ettiğimiz evlatlarımızın, nefeslerinin kesileceği günü bekliyoruz ve bu durumun farkında değiliz. Ta ki güçlenip, karşımıza dikilip, bizimle çatıştıkları ilk güne kadar.

Önce yalnızlaştırdığımız sonra yalnızlıklarını hiç anlamadığımız nesillerimizle daha ne kadar çatışacağız?

Kime kurban olduğumuzu bilmeden!

mel l [email protected]

www.melulpasa.com

Özhan KürkçüFırat Tek

Soluk Benizli İnsana İthaf

twitter.com/melulpasa www.facebook.com/pages/Melulpasa/1699707866922743 plus.google.com/103115760838237744381 www.youtube.com/channel/UCZZGmhjlDSuYYat6rBLxrPg

Page 3: Melul Pasa Sayi1

hangi çocuklarin torunlariyiz ?...

3

“-mış”gibi yapmak

veyaşamak

4

Bu sayımızdaneler var ?

5

6“ Çanakkale ”

Yorgun İnsana ithaf

12Bir

adam...

11

Bir bilinmez

diyar13

Kanun olmuş adama ithaf

14

192815

tavsiyeler ...tavsiyeler ...değmesin yağlı foya

16 “Cüneyt Özdemir”

Stalinve

Milli Şef

17

NerimanNerimanov

ve Mektupları

Abdülhamidve

2500 yıllıkÜst Akıl

Soluk Benizli İnsana İthaf

Soluk Benizli İnsana İthaf

24

Sultanlar’dan Acem’eMEKTUP

25Hele söyle hele Aslında sen kimsin Emenike !… 31

TÜRK FUTBOLUNE ZAMANBAŞKAOLUR 32

37

BirZamanlar

Ceddimiz ...

KİTAP

“Ergin ATAMAN”33

19337

19339

Zerdüşt pers diyarından,Şii acem diyarına uzanan zaman…

18

30

Bolşevik RusyaFotoğrafları

20

23

1884 - 1885

Berlin Batı Afrika Konfenransı

21

26 1983 - 1931IRAN 27

Bolşevik Yatağında HDP Siyaseti...

281890 - 1910 Zanzibar

29

ALTYAPIDAYAK

veFutbolda

Marka

35

www.melulpasa.com

Page 4: Melul Pasa Sayi1

“10 yılda 4 büyük savaş geçirmiş bir milletin çocukları.”

Babalarını ilkinde kaybetmedilerse, diğer üçünden birinde kaybettiler. Öğretmenleri ve abileri Çanakkale’de, dedeleri Balkan Harbin’de değilse Kurtuluş Savaşında şehit oldu. Anneleri ya tarlada çalıştı ya da cepheye cephane taşıdı. Allah ve islam için cihad ediyorlardı. Onlar, Osmanlı tebasının sadık halkı, Cumhuriyetin öksüz ve yetim çocukları.

Neden bunları yaşadığını hiç anlatmayacak, anlatamayacak çocuklar onlar. Küçük yaşlarında

kapak konusu

hangi çocuklarin torunlariyiz ?...

ihtiyarlamış, yapısal bozuklukların pençesine düşmüş. Günde bir öğünden, her gün aynı aşa talim, bazı geceler aç uykulara alışkın çocuklar.

Torunları olduğumuz kahramanlar şehadet şerbetinden tatmaya nail olmuşlarsa da çocukları ve gelecekleri belirsizliğe mahküm olmuş ebeveynlerin çocukları onlar.

Bildiniz mi?

mel l pasa.

3

Page 5: Melul Pasa Sayi1

4

Bizler malumunuz olduğu üzere, şekilcilik ve gösteriş üzerine kurulmuş hayatlarımızı idame ettirmeyi pek severiz. Öyleymiş gibi olmak ama hiç öyle olamamak. O kadar çok çeşitli “öyleymişiz gibi”, “kanka çek hadi haberim yokmuş gibi” hallerimiz vardır ki bazen gerçekten kim olduğumuzu unutup kimlik bunalımına girdiğimiz dahi olagelmiştir. Biliyormuş gibi, seviyormuş gibi,

“-mış” gibi yapmakve

yaşamak

mel l pasa.

anlıyormuş gibi, dinliyormuş gibi, konuşuyormuşuz gibi, hayat okulundan sınıf atlayarak ufak yaşlarda birincilikle mezun olmuş gibi, zevk duyuyormuş gibi, idealist bir dava sahibiymiş gibi, inanıyormuş gibi ve bir şey başarmışız gibi…

Anlayacağınız, “gibi oğlu gibi” bir hayatın tahakkümünde yuvarlanıp gidiyoruz. Çünkü “mış” gibi yapmak gerçekten o olabilmekten çok daha kolay bir davranış. İşte bu davranış; biz bireylerden toplumumuza, toplumdan tüzel ve özel kişiliklere, oradan her türlü beşeri organizasyona

sirayet eden ve bizi biz olmaktan çıkaran bir davranıştır.

“mış” gibi yapmak, kandırmaktır, yani basbayağı yalandır. Elbet her yalanın kurdu başkadır, bunun için çoban olmaya veya yatsıyı bile beklemeye gerek yoktur. Sonra gün gelir bir bakmışsınız birileri bize “mış” gibi davranmış ve apışıp kalmışızdır.

Örneğin inanmış gibi görünmüşseniz görmek isterler, zevk almış görünüyorsanız karşılık beklerler, dava sahibi olduğunuza inandırmışsanız “hadi o zaman feda et” derler, hayat okulundan mezunsanız belge isterler. Kısaca olmadığımız bir çok kalıba girmek zorunda kalır, hem kendimizi hem karşımızdakileri derin mutsuzluklara iteriz. “mış” gibi yaptıkça tatlı bir batağa hissetmeden saplanır ve batmaya başlarız. Hakikatimizi kabul edilip eyleme geçmeden asla ayağa kalkıp doğrulamayız.

Dergi olarak amaçlarımızdan bir tanesi, hayatlarımızın “-mış” gibi satıhlarına elimizden geldiği kadar beraberce projeksiyon tutmak olacaktır.

Bir hayatı, ısmarlama bir hayatı bırakıyorumGörenler üstünde iyi duruyor derdi her bakıştaSiparişi yargıcılar tarafından verilmişBu hayattan ne koku, ne yankı, ne de boya

İsmet Özel

Page 6: Melul Pasa Sayi1

5

‘Tarihe sığmaz’ demiş ya şairŞair işte coşmuş yüreği dur otur dinler miTarih dediğinde yiğitlik mütevelliNe evlad-ı vatanlar ne kınalı kuzularCihad ettiler kafirin üstüneYiğitlik az kalır onları tarifteNe goncalar, ne ocaklar, ne mektepler

söndü gittiHer birinin seneyi devriyesindekahramanlığı ibrettiBir bilseydik tek dertleri namus ve imanO vakit anlardık kim hain, kim kahraman.

Anlamaya yeter mibir gün, bir ay, bir yılÇanakkale’de olan biteniAnmalar, ağlamalarBu işin gizli tertibi

“Biz onların çiçeklerini kopardık” diyor ya o küffar zorba

Yaramaz bir çocuk edasıyla dönmüş de yüzünü cihana

İşte sen var buradan çık yolaSonra var Balkan’a, Acem’e, Doğu’yaSonuncusu tam Anadolu’da...

Unutma...!Nasıl bir Tarih’in torunusun, diyor ya şair

“sakın”

Unutma hangi oyunun kuzusu oldunHangi koyunun kurdusun?

Vatan sağ olsun!

Ah, Çanakkale...

özhan

Page 7: Melul Pasa Sayi1

6

Ey ağalar, kıymetli beyler ve paşalar! Bilir misiniz, niçin oluk oluk kan akıttık toprağa. Bilir misiniz, niçin dönüştürdük deryaların maviliğini kırmızılara. Bilir misiniz, niçin daha on beşimize gelmeden ve hatta bazılarımız çocukluğumuzu bile görmeden akın akın düştü toprağa. Ve bilir misiniz, tevhid ve tekbir sesleri niye yankılandı o karanlık semalarda. Sahi biz kimdik bilir misiniz?

Biz, İslamiyet’in son ve en güçlü kalesi, hilafetin merkezi, dini Mübin topraklarda halifelik kaldırılsın diye mi şehadet şerbeti içtik sanırsınız.

Biz, İslam’ın göz bebeği topraklarda ‘Bolşevik-protestan’ bir rejim halkı tüketsin diye mi toprağa düştük sanırsınız.

Biz, harf inkılabı yapılsın, Furkan ayaklar altına alınsın diye mi şehadet şerbeti içtik sanırsınız.

Biz, “bu ezanlar ki dinin temeli, ebedi yurdumun üstünde inlemeli” boşa çıksın, minarelerde ‘Tanrı Uludur’ sesleri yankılansın diye mi toprağa düştük sanırsınız.

Biz, türlü keferenin, mavzerin ve ihanetin deviremediği sinemizi altı ok delip geçsin diye mi şehadet şerbeti içtik sanırsınız.

Biz, devletimiz dinsiz ve abdestsiz oturumlarla kendini çürütsün diye mi toprağa düştük sanırsınız.

Biz, bize ve bizden önceki ecdadımıza küfürler savurasınız diye mi şehadet şerbeti içtik sanırsınız.

Biz, kanlarımızla sularken şehit fışkıracak toprakları, yeşertmeye çalışırken kurumuş çınarımızı, o çınarın dallarında alimler ve halkımız asılsın diye mi toprağa düştük sanırsınız.

Biz, bütün Müslüman Alemini ve diğer mazlum milletleri boynu bükük, kimsesiz, sahipsiz bırakasınız diye mi toprağı vatan yaptık sanırsınız.

Sahi siz ne sanırsınız?

Çanakkale’den,Cumhuriyet’eMektup

mel l pasa.

Page 8: Melul Pasa Sayi1

7

Page 9: Melul Pasa Sayi1

1933 Bursa’nın bir köyü. Öğrenciler jimnastik taliminde.

Lubinski çiftinin çekmek üzere olduğu fotoğrafa poz veriyorlar.

Kimi gözler meraklı, kimi gözler şaşkın bazısı hafif haylaz.

Hem İmam hem öğretmen hem jimnastikçi. Milli Şef’in Türkiye’si nasıl bir yer ola ki?

Öğretimde yaşanan tahrifatlar böylesi mesnetsiz uygulamalarla kapatılmaya çalışılıyor. Devir Milli Şefin at koşturduğu ama henüz şef olmadığı devirdir. O günlerden evvel katledilmiş alimlerin yokluğu, her yaştan Müslüman’ın yüreğinde kanayan bir yara. Öyle ki gelecek yıllarda sadece bununla yetinilmeyeceğinin bir habercisi gibi, fotoğraftaki bu eller havaya hali.

Her şey bir tarafa, halkı sekülerleştirmeye çalışan ve adına laiklik diyen sistemin öğretmen tercihlerinde neden İmam’ları kullandığını sormadan edemiyor insan. Hani siz devlet işleri ile din işlerini ayırmıştınız? Bahaneler bitmez ama kadro yokluğuna mı itibar edelim? Kadron yoksa, hazırlığın tam değilse neden düştün yollara? Diye sormazlar mı? Sormamışlar belli. Yahut soranların akibeti belliki, hiç birinden tek bir haber yok.

Hem imam hem öğretmen hem jimnastikçi. Ezan elden gideli 1 yıl, halifelik elden gideli neredeyse 10 yıl olmuş.

Olsun... Ne de olsa 11 yıldır “Padişahım çok yaşa” demiyorlar... Ne kadar büyük bahtiyarlık (!). Peki artık ne diyorlar ?...

Hurrraaaa! Hurrraaa! Gazi Paşa çok yaşa...! Gazi Paşa çok yaşa...!

mel l pasa.

8

Page 10: Melul Pasa Sayi1

9

Page 11: Melul Pasa Sayi1

Milli Şef’in Türkiyesi pek büyümüş ve gelişmiş.

Artık jimnastik radyoda ama kimbilir hangi halka...

Memlekette, orta çağ feodalite zamanlarını anımsatan varlık vergisi zamanları.

Anadolu çığlıklarda.

Şefimizin derdinden verem olmuş, kan kusan topraklar.

46 dönemecinde şarampole yuvarlanmaya çeyrek var.

mel l pasa.

1944 Radyoda Jimnastik Saati

Fotoğraf Maynard Owen Williams.

10

Page 12: Melul Pasa Sayi1

Bir adam vardımuğlak ve zalimdi zamanbaşka bakardı o adambaşka bakardı dünyaya yetmedi kimsenin yüreği onu tarihle yargılamaya

ülkesi hep sonradan anladıtoprakları ağladıkça ağladıyumruğunu masaya vurmadanöyle sessiz elbet duramazdımütemerrid bir gecedeyine özgürlük diye haykırdı

postal yalayıcıları bronz heykel tapıcılarıekseriyeti ne idiğü belirsiz sanatlarhemen üzerine atladıanıran uluyan homurdanan kim varsa hücum başlattıhepsi küflü vücudun tenyalarıtabak çanak ve çatal bıçakher biri salyalı

kaya gibi kaldıayak takımının pusularına karşı“siper et gövdenidursun bu hayasızca akın” diyeakif olan usulca fısıldadı.

yine yüreği daralmıştı adamıngözyaşlarını hatırladı felaketler geçirmiş anasının

bir sabah ansızın başladı son sürgünsindi titrek köşelerine dost yüreklersuhre marşlar söyler oynak dillerçıkmadı gitme kal diyengitme kal vakit henüz çok erken

bu yeni topraklarbu yeni yüzleritikadınca hamd olsundufakat yürek bir türlü durmuyorduDireşkendikabul etmiyorduiçine sindiremiyorduezansız bu topraklarıyine bir başınaydıbu sefer ki başkaçok başkaydıve an geldi durdu zamandurdu o direşken yürekve düştü kefere topraklarahasretler içinde iç çekerek

yorgun insana ithaf

fırat

11

Page 13: Melul Pasa Sayi1

Giderken bir ülke bırakmıştın ardında. Ardında enkaz, metruk mahal. Ardında kocaman meşum kafalar. O gece senin üstüne üstelik zevcenin gözü önünde, çullanan ve anıran kim varsa, şimdi hepsi zavallılar. Tasalanma yiyip tükettikleri artık sadece kendi fışkıları. Yine de anlayacağın kendi kendilerinin kurdu olsalar da hala varlar. Fakat hamdolsun dediğimiz gibi sadece kendi mütecaviz ruhlarına zararlar. Hem biliyor musun senden sonra

ne oldu? Devlet uykusundan uyandı, abdestini aldı ve sokağa çıktı. Bir uzun adam vardı hani sen de bilirsin hani muhtar bile olamazdı. Muhtar olamadı ama devletin reisi oldu. Seni hep yad etti, sana ve halka saldıranları bir bir yerle yeknesak etti. O anıranlar kanıra kanıra gerçek devletle tanışırken görmeliydin. Paraleller, arkadan dolananlar ve türlü yardakçıları kim varsa, yani anlayacağın eski düzen asalakları, sindikleri sıcak sahillerinden yada okyanusun öte yakasından bakakaldılar. Kalem, cüppe ve postal, devlet hepsini terbiye etmeye başladı. Devletimiz yüzyıl sonra yavaş yavaş bile olsa halkının yanındaydı. Diğer kıtalarda mazlum kim varsa eskisi gibi gözümüzün içine bakmaya başladı. Zalimler tedirgin ama tahmin edersin ki bir o kadar oynaktı.

Evet Ahmet Ağabey katarlar gelip geçerken gecelerden gündüzlere, dünyada eksen kayıyor, kartlar yeniden karılıyor. Acaba diyoruz kapanacak mı, dikiş tutacak mı yüzyıldır kanayan yaralar. Olsaydın sen ne derdin, bir şey söyler miydin çapulcu takımlarına. Ne anlatırdın solculuk oynayıp publarda devrim yapan arkadaşlara. Biliriz illaki bir şey söylerdin Ahmet Usta. Tarihin derinliklerinden ve de en dertlisinden bir şey…

Bir adam…

mel l pasa. 12

Page 14: Melul Pasa Sayi1

Suskunluğuyla sağır eden sömürgenlere Son olarak iki soru soruyor hanzalaNerede yerle gök arasındaki ulak Nerede insan denen mahlukat

Hain işbirlikçi dünya mütevelli heyetiFarkındalar mı Görüyorlar mıNe gamMan kafadır bunların erdemi Yegane düşmanları dost bildikleriHer oturumlarıyla mideler kalkarNe de yapmacıktır dertleri Güldürürler heyetlerine alemleri Ama tebessüm dahi etmez hanzala İnanmaz harici gazellerin safsatasına

Dost bellenmiş düşmanİkinci oğulu yoldan çıkaranKardeşi hep kardeşe kıydıran

Yaver edinilmiş düşmanAdem’i gurbetlere salan Gezegene köşe bucak yasak meyveler satanHerkesle ihtilafHerkesle ittifakBu nasıl bir düşmanKimliği kendinden menkul Yeryüzünün kanını donduran

Dönmeyesin yüzünü hanzalaDaha vakit varZaten dönersen yüzünüAnlaşılacak sırat ne kadar dar

Susturulmuştur dünyaSusturulmuştur insanUnutulan hatırlanmaz olmuşNeydi Davut’tan yadigar o malum sapanHanzalanın ki hep Hüznü bitmez bir hazan

Uyumak masalMasal dediğin bilyeli sapandır onlaraNinni gibi gelir masalların çığlıklarıSapmış ve şaşırmış halklara

Yuvası enkazOkulları enkazHayalleri enkaz hanzalaMavzer soğukluğunda titrerken henüz kaç yıllık bedeniHer uyku ertesi Ne yönde şarapnel hiç bilebilir mi

Bir sapan Bir taş Kendini siper etse hanzala Dönse sırtını iradesiz dünyaya Yüz yılların hücumuna karşı hiç durabilir mi Her uyku ertesi Şimdi hangi yana düşecek kendisi

Feri kızıl karası bir çift gözFakat sıcaklığı hala saklıKaldırıyor her seferinde başını yerdenÇeşm-i siyahıyla bakıyor dünyaya kendi bulunduğu yerden Söylüyor söyleyeceğini büyük küçük demeden

“askercilik oynamasak”“ biz hep yeniliyoruz”

“polisçilik te olmaz”“zindanlara hep biz düşüyoruz”

“devletçilik de istemeyiz”“zaten devlet nedir bilmiyoruz”

“evcilik hiç olmaz”“çünkü hep büyümeden ölüyoruz”“paylaştırılırken sömürülen hayatlarımız”“bize de bizden pay istiyoruz”

Bir bilinmez diyar…

fırat13

Page 15: Melul Pasa Sayi1

Duymadın mı Hiç İşitmedin miHeyhat

Hadi söyleEy pek muhteşem zat

Ey atası yavuz de bakalımKimdir bu hain kılavuzKime meftun acziyetinHangi sestir ses verdiğin

Müphem doluVesveseye tabiİddialı ve direşken Mütecaviz bir ruh ne demekNeden hükmünü kanun bellemekNeden tohumundan korkupSahibinin emanetine ihanet etmek

Ey sultan sanma ki her şey eskisi gibiolacak

Güzellik dereceden derekeye yol alırken çaputlara sarılacak

Çarşı pazar tezgahlarCanlar alınıp Canlar satılacakVe herhangi bir vakte denk düşerkenDehşetli kırılma anı Hızla tekasüf edecek yüreklere Yüz yıllar boyu dinmeyecek o sızıSöyle be sultanNasıl bıraktın kendi sinendenToprağın sinesine o yiğit evladını

İmparatorlar Krallar PaşalarHepsi bilir elbet Dökülecek ortaya sinelerin sinesiMizanlar devr-i ateşliBekliyor her fendi münker ile nekiriTokmaklar şedidYaratılan şahidYok bu kerte suçlanacakVe tarih benzer mi sandın cellatlaraO tarih ki Hiçbir vakitNe sağır Ne de dilsiz olacak

İnilhukmu , illa lillah

Yasa “O”nunHüküm “O”nun...

kanun olmuş insana ithaf...

fırat14

Page 16: Melul Pasa Sayi1

Harfler değişeli çok olmamış. Ankara’da batı modeli mektepler açılmış ve talebeler hızla eğitilmeye başlanmış (!) Ders Türkçe ve güzel yazı yazmanın zoraki çabası gözlerden kaçmıyor.

George Pickow zamanın bilinen Amerikalı fotoğrafçısı Türkiye’nin ‘değişen yüzü’nü (!) dünyaya göstermek istiyor. Bir seri fotografı albümleştirmek için Türkiye’yi ziyareti sırasında bu fotoğrafı çekiyor.

Milli şef dönemi. Tahtada yazana bakınca ülkenin nereye sürüklendiğini az biraz anlarsınız.

Ve daha nelere gebedir bu genç Cumhuriyet.

Her sayımızda, bu gebelikten doğanları dilimiz döndüğünce bilgimiz yettiğince anlatmaya yahut göstermeye çalışacağız.

mel l pasa.15

Page 17: Melul Pasa Sayi1

tavsiyeler ...

Olur ya gün gelir yine değinmek isterseniz Sabahattin Ali meselesine artık şu kalıplarınızdan çıkın, cahiliye tabularınızı yıkın lütfen.

Kendi cenahınızdan birisinin milli şef cuntasında başına gelenleri izah ederken önce milli şefin kimliğini bir belirleyin, sonra o meşhur 46 dönemecinden hele bir bahsedin. Sonra Sabahattin Ali’nin bedeni katilleri olmasalar bile fikri katilleri olan Orhan Erkip ve onunla aynı yatakta olmasa da aynı dümen suyunda olan Aziz Nesin bey-’fendiyi’ o dönem ve sonrasında ne yapmışlar iyice irdeleyin. Solculuk oynamayan gazeteci bir yazarın arkasından nasıl dolanılır ve nasıl itibarsızlaştırılır varın öğrenin. Gerçi halkın arkasından dolanma ve sizden olmayanları itibarsızlaştırma konusunda taraf olduğunuz cenahın ustalığı takdire şayandır ve elbet o cenahın Sabahattin Ali’leri başkadır biliriz, ama olsun yine de o döneme başka gözle tekrar bakın.

Mesela daha fazla okuyup “hizmetkar” sorular sormaktan yüksünün. Her daim baygın pub aydınlarımızın o dönemlerde ve şimdiki vakitlerde köhne bir rejimin değirmenine nasıl su taşıdığını kabul edin. Sabahattin Ali vakasından konu açarken Aziz Nesin bey-’fendiye’ kahramanlık ve bir idealistlik yüklemeye çalışmayın. Çünkü birisi öldürülmüş bir diğeri epey vakit yaşamış hatta elem dolu madımağın mezalim ateşini bile ilk o tutuşturmuş. Sakın ölüm ve yaşamın bizim elimizde olmadığını söyleyip bizi güldürmeyin, çünkü bu zaten bizim iman ettiğimiz bazılarının ise sadece söyleyeceği bir cümle olagelecektir. Elbette takdir Rabbimizindir. Ama ibret alıp ders çıkartmak biz ademlerin vazifesidir.

Hadi yapmadığımız bir şeyi yapalım yani bir düşünelim bakalım; milli şef rejiminin belalısı olan, aynı yerde aynı işi yapan iki idealist insanın birisi öldürülüyor diğeri bırakılıyorsa ve ölen ortağın itibarı yerle bir edilirken yaşayacak olan kurucu

ortak dava arkadaşının üstüne herkes gibi sadece toprak atıyorsa ne olur?

“Sessizlik bir anda dilsiz şeytan olur.”

Kim bilir belki de Sabahattin Ali katledilirken anlamıştır, durduğu yer itibariyle açtığı “sol” penceresinin yanlışlığını, o pencereden bakılınca asla dost bulunamayacağını. Çünkü “O” ndan başka dost yoktu ve olagelemezdi. “sol” denilen ancak zalim oyunların piyonu, ateşten ellerin maşası olabilirdi.

Cüneyt Özdemir’enaçizane birinci tavsiye…

tavsiyeler ...

Cüneyt Özdemir’enaçizane ikinci tavsiye…

Bir daha ki sefere Tuğçe Kazaz’ı programınıza konuk ederseniz, öncelikle karşınızda bir kadın yani çok duygusal bir varlık olduğunu unutmayın olur mu? Karşınızdaki hanımefendi sizin istemediğiniz ve kulak tıkadığınız hakiki farkındalıklara vakıf olmaya başlamışsa, onu manipüle etmeden, araya girip meseleyi sulandırmadan önce bir dinleyin. Ve evet, her insan yine her insan gibi bir çok yanlış yollara sapıp ve dahi sıkıntılı kararlar almış olabilir. İnsanın öğrenmeye meyilli ve hayırlı heyecanlarını hafife almamak lazım gelir. Biçilen kısacık kıytırık vakitlerde, insanın içindeki coşkuyu haykırma isteği kendini ifade etmek noktasında sorun çıkartabilir. Fakat siz patronunuza karşı çıkartılmış bir diş görünce o dişi hemencecik sökmeye çalışmayın. Enver Aysever’i kendinize örnek seçmiş gibi de davranmayın.

İçinde bulunduğu düşünce yobazlığından zerre rahatsızlık duymayıp, her soruya “hizmetkar” yanıtlar veren insanların, elbette türlü yollardan geçip en sonunda hakikati idrak etme çabasına giren insanları anlamasını bekleyerek, kimseye haksızlık etmek istemeyiz.

Çünkü biliriz ki, Ulrike Meinhof’un dediği gibi;

“ köleler, özgür olmak isteyen kölelerden nefret ederler. ”

mel l pasa.

değmesin yağlı foya

16

Page 18: Melul Pasa Sayi1

mel l pasa.

Şimdi diyeceksiniz ki bu iki adam “ne alaka”, “buyur buradan yak”. Hem birisi koyu komünist diğeri görünürde azılı komünist düşmanı yani kominist hiç değil. Biz de diyeceğiz ki tasalanmayın, zaten ikisinin de derdi dillerine pelesenk ettikleri komünizm değil.

Şöyle kısaca bakmak istedik iki devlet adamının ayrı diyarlarda olan, adı farklı ama benzer hikayelerine. Bundan sonraki sayılarımızda nasipse, ineceğiz herkesin inmekten korktuğu derinlere ve “in” neymiş, in’in önü nasıl bir şeymiş bakacağız en samimi yürekle. Her iki devlet adamı da ülkelerinde gerçekleşen devrimin ikinci adamları olarak göze çarpar.

Her iki devlet adamı da ardından geldikleri birinci adamların cazibesinden faydalanmış ve üstelik onları silme gayesi güden tavırlar ve politikalar takınmışlardır.

Her iki devlet adamı da uyguladıkları mezalimlere, hiç sevmedikleri birinci adamların doktrinlerinden kılıflar uydurmuşlardır.

Her iki devlet adamından da, öncelerinde ki birinci adamlar hiç haz etmemişlerdir.

Öncelerinde ki birinci adamlardan birisi suikast ile mezara, bir diğeri yalandan suikast teşebbüsleriyle köşke gömülmüşler.

Her iki devlet adamından biri Komünizm, bir diğeri laiklik denen ne idiğü belirsiz yönetim anlayışıyla devletlerini dinsizleştirmişlerdir.

Her iki devlet adamı da yol arkadaşlarını ve muhaliflerini zaman silsilesinde teker teker veya toplu, bir okadar ustaca derdest etmişlerdir.

Her iki devlet adamı da inançlarından dolayı kendi halklarını sefalete ve uçurumlara sürüklemişler. Bununla yetinmeyip mütemadiyen katletmişlerdir.

Birisi ikinci dünya savaşına girip Almanlara karşı durarak, bir diğeri savaşa girmeyip Almanlara taraf olmayarak meşruiyetini tesis etmiş, ikiside kazanmış gösterilmiş ama ne gariptir ki ülkeleri bu meşruiyetten ve bu meşruiyetin kazanımlarından nasibini hiç alamamıştır. Milletleri ne olduğu bilinmez kırklı yılların faturasını çok ağır ödemiştir.

Lakin en vahimi, her iki devlet adamının döneminde sonsuza kadar kurulmaması gereken ateşten bir devlet kurulmuştur.

Kısacası ateşten devletin kurulmasına engel iki büyük güç varmış o zamanlarda. Birincisi Müslüman Osmanlı, ikincisi Ortodoks Rusya… Müslümana hançeri milli şef, Ortodoks’a ise Stalin saplamış ve dünya yeniden 2500 yıl sonra yine bu malum üst akıl tarafından tasarlanmaya başlanmış.

Türkiye’nin Stalini milli şefRusya’nın milli şefi StalinHem ne farkeder Stalin ya da Milli ŞefSonuçta ikisi de kendinden menkulZalim gergef…

17

Page 19: Melul Pasa Sayi1

Bilenimizin çok az, bilmeyenimizin çok fazla olduğunu düşündüğümüz bir insandır Nerimanov.

Belki solculuk oynamayan bazı milli koministlerimizin bilebileceği bir isim olagelir. Ki zaten biliyorlarsa da artık kominist olmamaları icap eder.

Çünkü o çok sevdikleri Lenin ve Stalin kurbanlarından sadece bir tanesidir, Neriman Nerimanov. Rusya’da komünist sistemin kurulmasına, kanları ve canları ile katkıda bulunan ve daha sonra ırkçı, şovenist bir anlayışla kenara itilen, bir çoğu alçakça öldürülen ve Sovyet tarihinden isimleri silinen Türk Komünistlerin belki de en ileri gelenlerinden. Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti’nin ilk Devlet Başkanı, meşhur doğu halkları kurultayının ev sahibi ve açış konuşmasını yapan adam, Sovyet devletinin Yakındoğu işleri komisyonu Başkanı ve Merkez komitesi üyesi bir Türk…

Rusya’ya ve Azerbeycan’a ve dahi diğer Türk Cumhuriyetleri’ne geçmişi çok yeni bir “izm” akımının neler ettiğini bir onlar, bir de Rabbimiz bilir. Ama bu şahsiyet geldiği ve yetiştiği Müslüman Azerbaycan Halkından yani genlerinden sebep komünistliği ile Lenin, Stalin ve diğer yoldaşlarına pek benzemeyen bir komünist. Değerlerini kaybedip paçavraya dönmemiş bir komünist. Nazım Hikmet’in daha az melankolik ve daha çok realist hali.

Acaba ölürken, son nefesini sırtını dayadığı yoldaşlarının (!) hançeriyle arkadan yediği darbeyle verirken, o çok güvendiği sistemin ve yoldaşlarının (!) gerçekten kimin kucağında olduğunu görebilmiş midir? Aslında en başından beri kime hizmet edip kimin yatağında debelendiklerini idrak edebilmiş midir? Müslüman Halkını ve diğer itikatlı halkları nasıl bir uçuruma ve batağa sürüklediğini anlayabilmiş midir?

Dergi olarak amacımız, Neriman Nerimanov’un içinde bulunduğu Bolşevik İhtilali’nden

öldürülüşüne kadar olan kısa süreçte kendisi’nin görüşlerinden, yazışmalarından yola çıkarak, karanlık hem de her millet için (biri hariç) çok karanlık dönemlere, doğu cephesinden (kah Rusya’dan kah Azerbaycan’dan, kah Ermenilerden kah diğer Türk Cumhuriyetlerinden) dezenformasyona boğulmadan bakmaya çalışacağız. Ve yüzyılın başından itibaren bizim ve Rusyanın başına farklı renklerde olmasına rağmen aynı ölçülerde bir çorap aynı el tarafından nasıl örülürmüş görmeye, beraberce gayret göstereceğiz. Müslüman Türkiye’nin ve Ortodoks Rusya’nın varlığı kimin yoluna taş koyuyordu ki; bu “kimliksiz kadim kim” iki ülkeden birini Laiklik diğerini Komünizm belasıyla baş başa bırakarak ateşlere saldı.

Bu sayımızda vereceğimiz iki telgraf bizzat Lenin’e (Vladamir iliç Ulyanov’a) gönderilmiş, Azerbaycan cumhuriyeti Siyasi Partiler ve Sosyal Hareketler Devlet Arşivi Fond 609, List 1, İş 9, Sayfa 42’de Kayıtlıdır.

Nerimanov, bazı kominist yöneticilerin Türk Halklarına bakış açılarını hiç beğenmiyor, bunların Türk ellerinde yaptıklarını sıkça dile getiriyor, Lenine konu ile mektuplar yazıyor ve telgraflar çekiyordu. Anlaşılıyor ki Nerimanov’un amacı yanlış uygulamaların durdurulmasını ve verilen sözlerin tutulmasını sağlamaktı. Ayrıca Komünist ihtilalin ilk yıllarında özellikle Türk yurtlarında yapay bir kıtlık yaratılmış, Bakü’de, Kazan’da ve Almatı’da açlıktan binlerce insan ölmüştü.

Neriman Nerimanovve

mektupları…

18

Page 20: Melul Pasa Sayi1

Birinci telgraf…

Aziz Yoldaşım Lenin;

Ben Cenova konferansında iken Bakü’de olanlar malumunuzdur. Bakü’de Müslüman Halkın yas merasiminde, askerler, halkın üzerine ateş açmış, ölen ve yaralananlar olmuştur.

Bu Kirov, herhalde aklını kaçırdı. Ateizmi kitlelere tebliğ etmek, propagandasını yapmak bir şeydir. Fakat yas tutan halkın üstüne süngülü asker göndermek ayrı bir şeydir. Halkı bu şekilde öfkelendirmenin Sovyet Devletine zarar vereceğini anlamıyorlar. Bu şekilde akılsızca yapılan hareketler, Kafkasya’da, özellikle Azerbaycan’da ciddi rahatsızlıklar yaratıyor.

Eğer bu tür davranışların önü alınmazsa daha ciddi meselelerin ve rahatsızlıkların yaratılacağını bildirmek istiyorum.

Komünist selamı ile

Neriman Nerimanov

İkinci Telgraf…

Azizim Lenin Yoldaş;

İşlerimiz iyi gidiyor, fakat erzak meselesi çok büyük zorluk çıkarıyor. Şu anda biz, doğru bir erzak politikası yürütemiyoruz. Kuzey Kafkasya’daki tahıl toplama alanlarından birisini bize tahsis edip edemeyeceğinizi öğrenmek istiyoruz. Eğer, tahsis edebilirseniz, o zaman her işimizi daha güzel bir şekilde yerine getirebileceğiz.

Durum hakkında daha geniş bilgiler, özel bir adam ile tarafınıza gönderilmiştir.

Komünist selamı ile.

Neriman Nerimanov

mel l pasa.

Bakmayın telgraflardaki politik ayara ve dilin hafifliğine. Bu böyle olmak zorundaydı. Karşısındaki yoldaşları halkları düşünüyormuş gibi yapıp, hak ve adalet nedir biliyorlarmış gibi davranıp solculuk oynayan adamlardı onlar.

Durum öylesine vahimdi ki… Hem süngü ile hem kıtlık ile Müslüman halkın üzerine öyle bir hücum gerçekleşmişti ki…

Ahmed Arif’in Vay Gurban şiirinin bir bölümünden alıntı yapmanın tam yeridir;

Dağlarının, dağlarının ardı korkunçtur.Hiç akıl edipte düşünen var mı?Gün kimin hesabına tutar akşamı,Rahmetinden kim demlenir bulutun,Hayırlı evlat makine Nasıl canavar kesilir.Kurdun karıncanın rızkını verenToprak nasıl ayartılır,Yüz vermez topal öküze,Ve almaz koynuna kara sabanı

Dağlarının, dağlarının ardı,Nasıl anlatsam…Ağaçsız, kuşsuz, gölgesiz.Çırılçıplak, Vay kurban…

19

Page 21: Melul Pasa Sayi1

20. yy da bolşevik devrimi ile Rus halkının üstüne çöken sefalet ve zulüm bu fotoğraflara sığmayacak kadar vahim ve bir o kadar gerçektir. 1000 yıllık bir intikama özgürlük masalıyla kurban edilmişlerdir.

Devrim sadece çarlık Rusya’sıyla sınırlı kalmamış, güneyden doğuya hızla, batıda ise emperyalist güçlerin kucağında çökmüş halkların üstüne. Bolşevik zihniyetin etkisi altına alıp, tebasında olan halklara ettiği zulümleri hangi tarih görmezden gelebilir?

20

Page 22: Melul Pasa Sayi1

Elimizden geldiğince bu sayımızda ve bundan sonra oluşturacağımız sayılarımızda çok kısaca icraatlarına göz atacağımız dünyada ki son imparatorun yaptıklarını görünce, inanıyoruz ki hakkında çıkan dedikoduların ve bizzat kendi tebaasının düşmanlığının, kimlerden kaynaklandığını düşünmeden edemeyeceksiniz. Bizim derdimiz klişe şoven yaklaşımlarla meseleyi bulandırmak değil. Bizim derdimiz; affınıza sığınarak yapacağımız

yorumlarla, bu meseleye örtülü yerlerden bakmak ve çok daha derinlere dalmaya gayret göstermek olmalıdır.

Fakat şimdilik iznininiz olursa biraz istatistik ve bilgi paylaşalım, Abdülhamit’e saldıranlar gibi güdümlü bir işkembeden konuşmayalım…

Kendisine en çok atfedilen yakıştırma kızıl sultan lafzıydı. Bu iddia Müslüman köyleri, kasabaları, mahalleleri basıp yağmalayan ve yıllarca beraber yaşadıkları Müslüman halkın sırtına hançerler saplayan

Ermenilere bir dur dediği için ortaya atılmıştı. Ne yapsaydı? Ermeni çetelerin Müslüman Halkın diri diri karnını yarıp, içlerine barut doldurarak ettikleri işkencelere eyvallah mı deseydi. Abarttığımızı düşünenler olacaktır. Veya milliyetçi duygularla rivayetlere kulak kabarttığımızı düşünenler de. Pek tabi bizde isterdik olmuş olan, olmamış olsundu. Ama olan olmuş kimse kusura bakmasın. İnanmak istemeyen ise günümüzde olan bitene baksın, dökülen Müslüman kanına kafasını kaldırsın, şayet kalp gözü kapanmamışsa illaki bir şeyler anlar.

Ermeni çetelerin yaptıkları zulüm çeşitlemelerine fazla değinmek istemiyoruz. Çünkü infial uyandıracak kadar kötü şeyler yapmışlar. Ve üstelik Abdülhamit’in derdi anarşiye karışmayan Ermeni halkı hiç olmamış. O, savunmasız Müslüman Halkı silahlandırarak kendilerini savunmasını sağlamış. E bizim millet silahlandığı zaman bozguncu kefereye ne yapar anlatmamıza gerek yok. Onlarda gerekeni yapmışlar ve Avrupa’nın elini kolunu bağlamışlar. Çünkü Abdülhamit oynanan oyunu gördüğü için askeri ve polisi kullanmamış, siyaset ve politikayla kendisini köşeye sıkıştırmak isteyenlere ise “benim halkımın kendi topraklarında üç beş katile karşı mahremlerini koruması

Abdulhamit

“Ey şanlı avcı, damını(tuzağını) beyhude kurmadın, Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın”

“Bir kavmi çiğnemekle bugün eğlenen deni(alçak), Bir lahza-i teahhura medyun(borçlu) bu keyfini”

Bu dizeler Tevfik Fikret’in, Abdülhamid’e düzenlenen suikast girişiminin sonuçsuz kalmasından sonra “bir lahza teahhur(gecikme)” manzumesinde yer verdiği, başarısızlık neticesinde üzüntüsünü ve bu işe kalkışan ermeni komitacılarını alkışladığı, dillendirdiği dizeleridir. Bir Türk şairinin kendi devlet başkanını ortadan kaldırmak maksadı taşıyan bir suikastı ve onun faillerini alkışlaması , tebcil (ululama) etmesi ve aynı zamanda liderini alçak kelimesiyle tahkir etme münasebetsizliği gafletten öteye, son derece acayip bir durumdur.

Yüz yılın en önemli şahsiyetlerinden, hatta bir çok doğu ve batı medeniyetlerinin kaynaklarına göre gerçek anlamda ve icraatlarıyla son imparator. O malum kavmin, cahil ve nankör ermenileri öne sürerek uyguladığı fitne ve ikiyüzlü politikaları çözmüş, üstüne çullanan Avrupa’nın kimin kucağında, hangi fısıldamalarla eylemde bulunduğunu anlamış ve maskeleri teker teker indirmiş bir imparator. O sebepten üst aklın borazanlığında, tebaasında bulunan çapulcu münevverlerin hücumuna uğramış ve türlü iftiralara maruz kalmış bir imparator. Ona bir bakmışsınız kızıl sultan ve meşrutiyet düşmanı denmiş, bir bakmışsınız cahil olagelmiş. Kah halkı cahil bıraktı denmiş kah sansürcü. Gün gelmiş denizciliğe düşman yaftası yapıştırılmış, gün gitmiş hafiye teşkilatı sanki niye varmış. Despot bir diktatörde denmiş, türlü sünepe hainden korktuğu bile dilegelmiş. Ve hatta 31 mart ayaklanmasını bile o tertip etmiş. Öyle ya o kadar cahilmiş ki(!) kendi kendini tahttan indirtmiş.

Tarihin en zor döneminde, en zor coğrafyasında, adım başı düşman ve hain olmasına rağmen otuz üç yıl imparatorluk yapabilen bir adam için sizce de trajikomik yaftalar değil mi?

ve2500 yıllık

Üst Akıl

21

Page 23: Melul Pasa Sayi1

en yüce hakkıdır” diyerek kapıyı göstermiş. İşte bu andan sonra mihrak dediğimiz Avrupa, içimizdeki çapulcu münevverler vasıtasıyla türlü iftiralarla payitahtı sarsmaya çalışmış.

Bu bağlamda hayret edilecek asıl husus; Jön Türk denilen münevverler yani 1915’te yüzbinlerce Ermeni’yi tehcir ettirecek olanlar, bu tarihten yirmi beş sene önce Ermeni propaganda ordusunun neferleri olmakta sakınca görmemiş olmalarıdır.

Ve birkaç soru;

Acaba Ortodoks Ermeni’yi, hoşgörü timsali Müslümanlar’ın aksine asıl kim istemezdi? Esasında Kim, hangi kavim, her daim ticaretini düşünerek hareket edip, ticarette rakip olarak gördükleri Ermenileri bu topraklardan uzaklaştırmak istemiş olabilirdi? Nasıl bir üst akıl önce bir topluluğun kanına girmek suretiyle onlara bozgunculuk yaptırıp akabinde ise onlardan kurtulabilirdi?

Muhalifleri tarafından dile getirilen “meşrutiyet düşmanı” tanımlaması, devlet nedir bilmeyen cahil kafaların sarıldığı deli saçmasıydı. 93 harbinde Osmanlı topraklarının üçte biri kaybedilmişti. Bu çapta bir toprak kaybı karşısında birinci meşrutiyet meclisine mensup farklı milliyetlerden mebuslar kendi milletlerinin telaşına düşmüştü. Birleştirici olacağı ümidiyle kurulan meclis beklenildiği üzere, tam tersine bölücü bir meclis olmuştu. Kimin kime hizmet ettiği birbirine girmiş puslu meclisi dağıtmak ve olması gerektiği gibi otoriteyi tek elde toplamak kaçınılmaz devlet refleksiydi. Hem sorulmalıydı; Abdülhamit tahta çıkar çıkmaz kendisine dayatılan meşrutiyet denilen zımbırtı ne kadar meşruydu?

Abdülhamit itikatlı bir adamdı. Amcasının öldürülmesi, biraderinin delirtilmesinden ibretler almış, bu üst akılla nasıl mücadele edebileceğini öngörmüştü. O da biliyordu meşrutiyet ile planlanan bozgunculuğun ne olduğunu. Ama tahta çıkarken politik davranmak zorundaydı, hele bir iktidarlığını sağlamlaştırsın Mithat Paşa başta olmak üzere hesaplaşacağı çok adam vardı. Üstelik kendisi ısrarla karşı durmasına rağmen devleti bilinmez bir dehlizde savaşa sokanlar, amcasını öldürenler hep aynı tayfaydı. Belki Abdülhamit’in en büyük hatası bu tayfaya fazlaca merhamet gösterecek olmasıydı. Bazen merhamet Rabbimize bırakılmalıydı. Bazen ihanet en ağırından karşılık bulmalıydı ki binlerce Müslüman ölmesindi.

Gelelim, “çok cahildi ve milletini bu paralelde cahil bıraktı” komedyasına...

Nasıl bir ironik durumdur ki bilinenin aksine Osmanlı Tarihinin en canlı eğitim hamlesi Abdülhamit dönemine rastlar. Tahta çıktığında 250 olan rüşdiye sayısı tahtan indiği tarihte 900’e ulaşmıştı. 6 olan idadi sayısı 109, 200 tane modern ilkokul sayısı 9000’e çıkmıştı. Her yıl ortalama 400’e yakın ilkokul açmıştır ki, bu, cumhriyet döneminde bile ulaşılamamış bir rekordu. Dünyanın ilk dişçilik okulunu kuran dahi oydu. İlkokulu zorunlu tutan ve hatta karma eğitime ilk geçen yine kendisiydi. Ve inanın daha sayamayacağımız nice ilkler…

Bizim dergi olarak hiç anlayamadığımız asıl mesele ise kendisinin istibdat döneminin arkasına sığınarak, despotizm ve diktatörlükten beslenen bir padişah olarak gösterilme gayretleridir. Sadece birkaç soru sorarak yanıtları ve takdirleri size bırakmak isteğindeyiz.

Sizce, bu istibdat dönemini (olması kaçınılmaz olan istibdat dönemini) ve sansürü ağzına dolayanlar, istibdat ve sansür konusunda eline su dökülmez “takriri sükun” döneminde ki cellat uygulamalara en ufak bir atıfta bulunabilir mi?

Sizce, yazımızın en başında bahsettiğimiz dizelerin şairi hala hayatta kalabiliyor ve yazabiliyorsa, kusura bakmayın ama dizelere mazhar olan “alçak” diktatör, sarayının bahçesinde bu şairin kellesi ile şov yapmıyorsa, bu nasıl bir despotizm ve dikta rejimi olabilirdi?

Sizce, kendisine suikast girişiminde bulunulmuş bir diktatör ve üstelik onca insan ölüp

yaralanmışken, girişimden kurtulduktan hemen sonra her diktatör örneğinde olduğu gibi, hani o menemende ki meşum suikast teşebbüsünün (hatta teşebbüs bile olamayan vakanın) hemen sonrasında milli şefimizin muhaliflerini silip süpürdüğü gibi, A’dan Z’ye muhalif kim varsa sallandırmaz mıydı? Üstelik korkak ve cahil bir despottan(!) bahsediyoruz ya hani öyle düşünün.

Sizce, ekseriyeti ayak takımından ve kuru kalabalıktan oluşan hareket ordusunu çok rahatlıkla tarumar edebilecekken nasıl bir diktatör ola ki müslüman kanı dökülmesin diye tahttan insindi?

İkinci sayımızı çıkarmaya ömrümüz vefa eder, aklımız yeterse, sizlere Abdülhamit’in özellikle son on yılından hatta belki daha kısa bir süreden bahsedip bir şeyler söylemek arzusundayız. Baş aktörümüz Herzl’in ziyaretlerinden sonrasına ve ittihat terakkinin manastır koluna değeceğiz.

Olmuş olanı planlayan ve sonrasında terakkinin bab-ı ali kolunu sildiren, manastır koluna…

mel l pasa.

22

Page 24: Melul Pasa Sayi1

23

15 Kasım 1884 - 26 Şubat 1885

Berlin Batı Afrika Konferansı

Katılımcılar:

Osmanlı İmparatorluğuAlmanya İngiltereRusyaFransaAvusturyaİtalyaPortekizİspanyaABDİsveçNorveçDanimarkaBelçika

Toplantı başkanlığını Almanya Yapıyor.

O dönem Alman Şansolyesi,

Otto von Bismarck

İnsan bir garip oluyor. Osmanlı’nın, batı hayranı münevverlerinin sebep olduğu iç karışıklıktan dolayı düşürüldüğü çaresizlikten yararlanan garp, bu günkü Afrika’yı o zamandan planlıyor.

Utancından yüzünü kapatan Osmanlı temsilcisi belki de omuzlanacağı bu ağır vebali düşünüyor.

Page 25: Melul Pasa Sayi1

kara kıtadansimsiyah garba süzülürkenpür-ü ak mazlum bakışlarbebe olsa neye yararen olmadık uzuvlarıyla tutunmuştur hayatagarp dediğimiz tek dişi kalmış medeniyetyürekler kaskatı yürekler esvedkara kıta affet

buğzlar bile geçmez olmuş boğazlardan bu kıta böyle iştetarihi duruşuyla katiltarihi susuşuyla nadanyadırganmaz asla sarsılmazdibine kadar makbuldür bu beşeri devran

harflerin sığınağında işte tam bu anda müsterih olma telaşıylasözün merkepliğini yaparken bensabah ve öğle ve akşamoralarda hep zifiridir zaman

her zifir zamantoprak ıslak cesetler ıslakyürekler ıslak

hayal kurulamaz bu topraklardaumut var olmaya yok takatsağdan soldan önden arkadan tokat üstüne tokat

gelecekten kaygıbir sonraki öğün içiniki öğün arasına sıkışmakve durmak öylece sessizcesadece durmaksonra bakmak başı ve ortası ve sonu seçilemeyen düzlüklerdendüzmece hayatlara düz üstünden bakmaktoprak ıslak cesetler ıslakyürekler ıslak

ve kaçmakçoluk çocuk torun tombalakalabildiğine son nefesine değin kaçmak

soluk benizli insana ithaf

fırat24

Page 26: Melul Pasa Sayi1

“Ben, Sultan Bayezid oğlu, Mehmed oğlu Murad oğlu Sultan Mehmed’im. Sen Acem ülkesinin başbuğu büyük han, Hasan Hansın. Bilesin ki, kişi devletine mağrur olup haddini aşarsa artık insafsızlar arasına katılmış ve bunun sonunda devletiyle ülkesini kaybetmiş demektir. Senin kafanın içi şeytanca vesveselerle kaplanmıştır. Aklını başını topla. Bil ki, bizim memleketimiz İslam yurdudur. Dedelerimizden beri devletimizin çerağı, küfür ehlinin yürek yağı ile aydınlanmıştır. Sen eğer Müslümanlara ve Din-i Mübin’e karşı kötü amaçlar besliyorsan, sen ve sana yardım edenler iman düşmanlarıdır.

Bütün devlet şeriat düşmanlarını yok etmek için hazırdır, atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Bilmedim yahut gafil idim demeyesin. Senin bu taraflara gelmene lüzum yoktur. Şevval ayında muzaffer askerlerim Allah’ın izniyle benimle beraber senin üstüne yürüyeceklerdir. Allah (C.C), beni sebep kılarak senin zulmünü mazlumlar üzerinden götürecektir. Senin adını ve şanını yok edeceğim. Fazla söze lüzum yoktur. Benim mektubuma cevap gönderesin. Bana hayır dileyenlere selam olsun.”

FATİH SULTAN MEHMET

“ben ki, Osmanlıların hükümdarı, gazilerin başı, kahramanların efendisi, iman düşmanlarını yıkan , kibirli ve zalim krallara baş eğdiren, Sultan Mehmed Oğlu Bayezid Oğlu Selim. Sen İran Ordularının başbuğu şöhretli Emir İsmail’sin. Sana şöyle hitap ediyorum ki, insanlara tevdi edilen işler sebepsiz değillerdir. Bunlarda insan ruhunun nüfuz edilemez sırları vardır. İnsan ilahi emirlere bağlı olmalı ve din buyruğundan ayrılmamalıdır. Sultanların adalet üzere bulunmaları, zulümden sakınmaları gerekir.

Sana gelince Emir İsmail, sen kötü yoldasın, İslam inançlarının saffetini bozmuş bulunuyorsun. İslam’a karşı saygısızlıkta ileri gitmektesin. Sen, Müslümanlara karşı tiranlık ve baskı kapılarını açtın. Türlü mezalimden sakınmadın. İki yüzlülük perdesi altında her tarafa karışıklık ve fesat tohumları ektin. İnsanları boğazlamaktan çekinmedin. Hem de onların en faziletli, en saygıya değer olanlarını ezdin.

Ulema ve fakihler senin hakkında ölüm fetvası vermişlerdir. İslam dinini savunmak ve sapıklığı yıkmak için senin şahsında kötüleri ve kötülükleri yok etme vakti gelmiştir. Alınan karara göre, seninle savaşa girmiş bulunuyoruz. İmdi İstanbul’dan hareket edip sana doğru gelmekteyiz. Allah’ın İzniyle zulüm kollarını yok edeceğiz. Seni, geçtiğin yerlerde yükselttiğin yangınların altında boğacağız. Sana bu nameyi yollayışımızın sebebi seni gerçek inanca çağrışımızdır. Savaş başlamadan evvel sana Kur’an sözlerine uymayı teklif ediyoruz. İyilikle gerçek ve tek mezhebi kucakla. Gözlerini aç. Doğru yolu bul. Kendine dönmeni, hatalarından vazgeçmeni, dikkatli ve cesaretli adımlarla iyiliğe doğru yürümeni sana tavsiye ederiz. Gayrı meşru olarak bize bağlı ülkelerden zorla kopardığın toprakları bırakmanı da sana öğütleriz. Eğer güven içinde huzurlu yaşamak istiyorsan, söylediklerimizi vakit kaybetmeden hemen yapmalısın. Yok eğer eski hatalarında direnirsen eğer, hala kudretli olduğun görüşünde ve delice yiğitlik iddialarında ısrar edersen, az zaman içinde ovalarının çadırlarımızla kaplandığını ve askerlerimizle istila edildiğini göreceksin. Hidayet yolunda olanlara selam”

YAVUZ SULTAN SELİM(birinci mektup)

“İsmail, sen benim ülkemin sınırları üstünde görünerek bana meydan okudun. İşte ben geldim. Haftalarca yürümekte olduğum halde, ne senden ne de askerinden bir eser yoktur. Ölü müsün sağ mısın bilemem. Hile ve entrikadan başka bir şey bilmez misin? Eğer korkuyorsan bir doktor çağır ki seni tedavi etsin. Seni çok korkutmamış olmak içindir ki, seçkin askerlerimden kırkbinini Kayseri yakınlarında bıraktım. Düşman hakkında ancak bu kadar yüksek ruhluluk gösterilir. Fakat kendini gizlemekte devam edecek olursan erkek sayılmazsın. Öğütlerimi dinle. Miğfer yerine bir kadın başörtüsü, zırh yerine de fistan giyerek hükümet etmekten vazgeç.”

YAVUZ SULTAN SELİM (son mektup)

25

Fatih ve Yavuz. Dede ile torunu. Mektuplardan da anlaşılacağı üzere acemin korkulu kabusu. Bizlere; gelmiş geçmiş insanlık tarihinde damga vurmuş on insan say denilse, sanıyoruz ki iki büyük şahsiyet ve iki müthiş kumandan olan dede ve torunu ilk akla gelecek isimler olacaktır. Çünkü biri aşılamaz denilen surları aşarak dünyanın başkentini devlete katmış, imparatorluk yolunu tastamam aça gelmiş. Namı değer fetihler aslanı. Diğeri ise geçilemez denilen çölü geçerek dünyanın merkezini devlete katmış, halifeliği alarak İslam Sancaktarlığını resmileştirmiş. Namı değer çöl aslanı.

Peki neydi bu aslanların acem diyarıyla alıp veremedikleri. O diyarlar öyle yada böyle İslam çatısı altında anılan topraklardı. Her iki padişahın mektuplarının içeriğinden ve mektuplarını bitiriş şekillerinden anlamaktayız bu durumu. Kefere diyarlara gönderilen nameler gibi olmadığı aşikardı.Dede ile torununun her daim tek gayeleri İslamiyet’te birliği ve dirliği tesis etmek olmuştu. Onlara göre olacaksa bir mezhep, o zaten İslamiyet’in ta kendisiydi. Ne Sünnilik ne Şiilik herhangi bir bölünme asla kabul edilemezdi. Her devrin üst aklı olma heyulasında malum kavim geçmiş zamanın birinde bozguna başlamış, üçüncü halife zamanından itibaren mezhepsel tefrika ağacının köklerini ağır ağır sulamaya başlamıştı. Sonrasında sırf Şiilik mezhebinin bir anlamı olabilmesi için Müslümanları kandırmış, “eğer siz

Zerdüşt pers diyarından,Şii acem diyarına uzanan zaman…

Page 27: Melul Pasa Sayi1

26mel l pasa.

Şiiliğe karşıysanız o zaman Sünni olmaktasınız” diyerek Müminleri irinli kalıplara sokmuştu. Halbuki İslamiyet

ve Müslümanlık, ne başına ne önüne sıfat gelmeyecek kadar mükemmel kavramlardı. Her zaman ki gibi buraya leke çalan, bu kavramların içini boşaltan biz aciz kullar ola gelmişti. İşte bu bağlamda fetihlerin sultanı iki kumandanın

asıl dertleri, Acem Diyarından daha çok oraları yöneten, rayından çıkmış zihniyetler olacaktı.

Bu mesele çok başka kadim bir derinliğe ve karmaşıklığa sahip meseledir. Amacımız bu kocaman

konuyu mümkün olduğunca kısa ve net anlatabilmektir.

Öncelikle mektuplara gelmeden evvel ceddimiz açısından fitilin ateşlendiği tarihe kısa bir bakış

atmak faydalı olur düşüncesindeyiz. Bu sayımızda bunu irdeledikten sonra bir dahaki sayılarımızda o

bahsettiğimiz 2500 yıllık yolculuğun hikayesini ve bu hikayede üst aklın ve bizim topraklarımızın durduğu

yerleri anlatmaya gayret göstereceğiz.

Fakat dediğimiz gibi önce üst aklın bizim tarihimiz açısından fitili ilk ateşlediği zamana, mektuplardan biraz öncesine, yani Osmanlı’nın felaket devri olan meşum

fetret devrine uzanalım.

Selçuklu’nun çökmeye yakın, Anadolu’nun berzah zamanında Ertuğrul ve onun soylarını hesap edemeyecek

olan üst akıl, Osmanlı Devleti’nin kurulmasına mani olamamıştı. Fakat mani olamamaları, hep yaptıkları ve usta oldukları fitne tohumlarını devlete ekmelerine

engel değildi. Orhan gaziyi takip eden dönemlerde devlete yavaş yavaş sirayet edecekler, Yıldırım Bayezid’ın Timur’a yenilmesiyle devletin fetret dönemine girmesine

sebep olacaklardı. Şehzadeler arasında taht kavgasından yol bulacaklar, Anadolu topraklarında Şii mezhebinin resmileşmesi için devlet kurma çabalarına girişeceklerdi. Ve bu yolda üç tane adam kullanılacaktı. Şeyh Bedrettin, Börklice Mustafa ve Torlak Kemal…

Şeyh Bedrettin İslamiyet ile beslenen, ilmi yerinde ama beslendiği yere ihanet eden İrfansız bir ibahiyyeciydi. Kendisi; mezhep devletinin lideri olma hülyasında, Misyoner Börklice ve Yahudi Torlak ile beraber Osmanlı Devletinin berzah zamanında, Anadolu’yu sapkın isyanlarla ateşlere salarak Müslüman Osmanlı’nın balansı olacak bir yapı kurma telaşına tutulmuştu. Sermaye ve mülkiyet rejimine yalandan karşıymış gibi durarak, bir nevi “dini solculuk” oynayan bu üç adam, Çelebi Mehmet ve onun oğlu ikinci Murat’ı çok uğraştıracaklardı. Üç tane yoldan çıkmışın, din mefhumunu kullanarak yaptıkları bozgunculuk pek çok akılsız masumun da kanını zehirleyecekti.

Börklice’nin vazifesi saliplerden kaynak sağlamak, Torlak’ın vazifesi ise mezhebin dervişlerini yanına katarak kafalarında oluşturdukları dini yapıyı sağlamlaştırmaktı. Bedrettin niyetini her ne kadar İslamiyet çatısı altında olduğunu söylemiş olsa bile, bir Müslüman kişinin sağında salip bir misyoner, solunda bir Yahudi varsa konuşmaya ne hacetti. O sebepten günümüzde bir kesimin Bedrettin’i kahraman

gösterme emelleri ancak aynı bozgun zihniyetin tezahürüdür. Zaten kahraman sanılan Şeyh Bedrettin yakalanıp kadının huzuruna çıktığında, kadı efendinin ona “söyle bakalım şeyh efendi, sen ilim sahibi bir adamsın. Bu yaptığının Din-i Mübin’de karşılığı nedir? Ne ceza vermeli sana?” diye sorduğunda, kendisi “elbet idamdır” diye gelecekti. Yani kendisi yüz yıllar öncesinden, kendisini kutsallaştıran günümüz cahillerini tekzip edecekti. Börklice ve Torlak’a ise idam edilirken şeyhe gösterilen hoşgörü gösterilmeyecek, feci akıbetleri diyar diyar gezdirilerek teşhir edilecekti. Olur ya ibret alınır ve İslamiyet’in belası tefrika ağacına kimse bundan sonra su dökmez diye gelinecekti. Fakat ne gam. Bedrettin gidecek, Uzun Hasan gelecek, o gidecek Şah İsmail gelecek ve bu böyle sürüp gidecek, üst aklın kuklaları hiç bitmeyecekti. Fatih’in ve Yavuzun namelerinden anlaşılacağı üzere oradaki ateş bir el tarafından hep harlana gelecekti. Nedense persepolis zamanından günümüze değin, oralar ile üst aklın ilişkileri yüzlerce yıl boyunca anlaşılmaz ve bir o kadar zararlı ola gelecekti.

Osmanlı, ilk büyük cüret ve deneme olan Bedrettin vakasını derdest edecek, devlete sulh gelerek Fatih ve Yavuzun önü açılacaktı. Şimdi ise Devletimiz geçtiğimiz asrın başında girdiği yüzyıllık berzah aleminden çıkmak üzereyken yine içimize sinmiş olan bu mezhebin mutasyon uzantılarından, farklı oluşumlarından kurtulmak zorundadır. Önce sözlü uyarı, sonra yazılı ve en nihayetinde yakılmalı artık bu tefrika ağacı. Ancak ve ancak böyle çıkar ortaya bu toprakların başka aslanları.

Zerdüşt persepolisten günümüze uzanan 2500 yıllık yolculuğun son halkası 1979 İran Şii devrimidir. Sanmayın ki o yıllarda olan İslam Devrimiydi. Evet herkes bu zokayı yutmuştu, çünkü istenen buydu. Dünyayı yöneten, işgal ettiği topraklarda zulüm saçan üst aklın var olabilmesi ve o zehirli nefesini soluyabilmesinin yolu bundan geçmekteydi.

Bize göre yeryüzünde İran, Türkiye ve Rusya’dan sonra gelen üçüncü ülkedir. Sakın aldanmayın ABD, İngiltere, Fransa, Almanya yada Çin ülkelerine. Onlar jeopolitik konumları ve tarihsel duruşlarıyla hep bir adım geride olacaklardır. Buna mahkumlardır. Hiçbiri üst aklın tam olarak ne olduğunu idrak edemez. Hiç biri dünyayı yönettiklerini zannederken, aslında kimin kucağında neye hizmet ettiğini bilemez. Bu konuda ancak ve ancak Müslümanlar idrak mertebesinde bir yerlere oturtulabilir.

Maalesef idrak mertebesinde olması gerekenler, ikiyüz yıldan beri içlerine düştükleri ateşle yanmakta, düştükleri dipsiz kuyularda debelenip durmaktadır.

Ülkemizin dikkat etmesi gereken husus, Acem diyarını tarih ve Din-i Mübin vasıtasıyla tanımlayarak doğru konumlandırmak ve bu konumlandırma ışığında birbirimizi yiyip tüketmeden ve garp ülkelerini denklemden çıkartarak, olması gereken ilişkiyi sağlamak olmalıdır.

(not: Bir daha ki sayımızda nasipse “Zerdüşt ve Persepolis” ile başlayacak bir garip yolculuğumuz...)

Page 28: Melul Pasa Sayi1

27

1983Müslüman’ın Müslüman’ı kırdığı

bir tarihsel dönemden anlamlı bir kare. Micheal Coyne 1983 yılında Iran - Irak Savaşı devam ederken Iran sokaklarında yakalamış bu kareyi. Bu fotografını ‘Iran’ın Savaş Kayıpları’ olarak isimlendirmiş

Başı kapalı minik bir kız, savaşta hayatını kaybetmiş babasının baş ucunda yürek burkan bir saflıkla elindeki çiçekleri koklatıyor.

O esnada devrim sonrasında zorunlu sokak kıyafetleriyle başka bir kadın oradan geçiyor.

Çoçuğun masumiyeti ve samimiyeti ne kadar görünüyorsa, devrimin temsilcisi o kadar belirsiz.

1931Iran’da okul bahçesinde 4 kız

çocuğu.

Şah zamanları. Devrime var bir 48 yıl. Örtünmek islamiyetin gereği hep var. Hep olacak...

Ve bizdeki sekülerlerin sandığı gibi devrim ne çarşaf ne de islam devrimi.

Yani hiç birşey sizin bildiğiniz gibi değil.

mel l pasa.

mel l pasa.

Page 29: Melul Pasa Sayi1

Bilir misiniz büyük kumandan Selahaddin Eyyubi’yi? Onun kim için ve ne uğruna savaştığını anlamaya bilginiz ve görgünüz kafi gelir mi?

Sormak isteriz, unuttunuz mu? Daha düne kadar meclisten yaka paça çıkarılanları, Kürtçe’nin “K” sinin bile kullanılamadığını, Ahmet Kaya’nın nasıl hücuma uğradığını, kimliklerde kütükler doğu illerini yazdığında, yolda yürürken bile yüreklerde ki tedirginliği ve daha nicelerini… sahi unuttunuz mu?

Sormak isteriz, İslamiyet’in neferi Kürtlerin sadece itikatları yüzünden nasıl da mezalimlere uğradığını, şimdi kucak kucağa olduklarınız tarafından Kürt Alimlerimizin nasıl katledildiğini anlayabilmeye, idrak ve yüreklerinizde yer var mı?

Sormak isteriz, şimdi böyle şımarık ve mirasyedi çocuklar gibi devletin Reisi Cumhuruna saldırmakta bir beis görmüyor ve türlü saygısızlıklarla hakaretamiz olabiliyorsunuz. Eskiden polisle göz göze gelmeye bile korkarken, şimdi onlara tokat atma aymazlığında dahi buluna biliyorsanız, yani kısaca şimdi böyle “elitist-solcu evcilik” oyunu oynayabiliyorsanız kimdir bu rahatlığa vesile ve bu özgürlüğe siper.

Anlamsızca saldırdığınız Reisi Cumhur ve ona inanan Kürt halkı olmasaydı şimdi kim bilir hangi deliklerde ne yapardınız?

Sormak isteriz, dağdakilerin korku gölgesinde siyaset yaptığınızı zannederken, sırf silah korkusuna yoksul Kürt Halkından topladığınız oyları başarı mı sayarsanız?

Sormak isteriz, Kürt Halkının haklarını tecavüz edenlere değil de, o hakları gasp edenlere

dünyanın kaç bucak olduğunu gösterenlere, nereden geliyor bu kindarlığınız?

Sormak isteriz, Kürt gençleri sokağa döküp ölümlerine sebebiyet verirken nasıl oluyor geceleri mışıl mışıl uymaklığınız?

Sormak isteriz herkese, sahi siz Müslüman Kürt Halkını nasıl tanırsınız?

Elbette daha sorulacak pek çok soru var zat-ı muhteremlere. Şimdilik bu kadarına cevap versinler hele.

Ve lütfen yanlış anlaşılmasın, biz haklar bahşedilmiştir demiyoruz. HDP siyaseti gibi birilerini putlaştırıp kutsileştirmiyoruz. Soru olarak sıraladığımız üzere, sadece gerçekler üzerinden olmuş olanı anlamaya çalışıyoruz.

Bizler de biliriz, Rabbimiz’in akıl ve irade lütfederek yeryüzünde tamamen hür bıraktığı insana kimse pranga takamaz. Zaten olması gereken yapılınca kimse kahraman sayılmaz. Fakat beklediğimiz kadirşinaslık, kıymet bilmek, nankör olmamak ve bunca zaman olmuş olandan ibret almaktır. Ve diyoruz ki artık insin birileri çıktığını sandığı o yükseltilerden, hani o ağızlarına yalandan doladıkları mazlum halkların yanına. O mazlum halk ki, ne Marks’ı bilmek ister, ne Lenini tercih eder, ne de Troçki’yi... O halk İslam’ın neferi, bu zaten en başından beri belli değil mi?...

Bolşevik yatağında HDP siyaseti…

28

mel l pasa.

Page 30: Melul Pasa Sayi1

29

1890 - 1910

Yer Zanzibar, hani o harita başında paylaşılan kıtanın ülkelerinden bir tanesi. 1900’lü yılların başından bu güne kadar fildişi ticaretinin merkezi. 1900’lerde 10 milyonu aşan Afrika Fili popülasyonu bu günlerde 800 bin’in altına indi.

1930’larda Sadece Amerika’nın yıllık Fildişi talebi 200 ton’u aşmış. Çin ve civarında ise bu rakam 200 ton’un çok üzerinde. Fildişinden biblolar, heykeller, bilardo topları, el aynaları, fırçalar, taraklar ve piyano tuşları en bilindik ürünler. Yani kısaca bir hiç uğruna işlenmiş cinayetler ve katledilmiş hayvanlar, insalıktan çıkarılmış yerli halk.

Katlin failleri beyaz, faillerin kisveleri beyaz, ganimetler beyaz,faillerin yürekleri ve köleleri siyah...

mel l pasa.

Page 31: Melul Pasa Sayi1

30

Thomas Hobbes (1588-1678) şöyle demiş,“kılıçla yapılmayan anlaşmalar sadece laftır”

Hayat devamlılık kavramını gerektirir. Geçmişin penceresinden bakmadan bugünü göremeyiz. Geçmişe dair bir takım gerçek bilgilere sahip değilsek, bugün, anlaşılmaz ve olması gerektiğinden çok daha tehlikeli hale gelir. İnsanlar tarihe sadece sahip değillerdir, aynı zamanda tarihin bizzat kendisidir.

Çok daha önceleri ise M.Ö 500 yıllarında Heraclitus “savaş her şeyin atasıdır” demiştir.

Ve kuşkusuz sava, modern Avrupa’nın atasıdır. Kabil zamanından bu zamanlara, sizlerin de müşahede edeceği üzere bu hep böyle olagelecektir. İnsan ve dünyanın tüm beldeleri, aynı paralelde, iç ve dış çekişmeleriyle kendini bayındırlayarak imar yoluna gidecektir.

Sizlere bu sayımızda ilk olarak bilgi darağacımız geliştirecek, modern dünyamızın son beş yüz yılını anlatan William Woodruff kaleminden çıkmış “Modern Dünya Tarihi” kitabını tavsiye etmek istiyoruz. Gayri Müslim bir kalem olmasına karşın olabildiğince objektif bir şekilde, tüm kıtalarda olan biten ve olmuş olan; siyasi, askeri ve sosyolojik açılardan, gelişim ve değişimleri biraz da muhakeme ederek izah etmeye çalışmış. Sıkıştırılmış ve faydalı bir Almanak denebilir.

Gerçek bilgi önemlidir, çünkü sorgu ve muhakemeyi beraberinde getirir. Sorgu ve muhakeme önemlidir, çünkü hakikat arayışını geliştirir. Hakikat arayışı önemlidir, çünkü insanlığımızı kendine getirir…

“ Musa Peygamberin ümmeti 71 fırkaya ayrıldı... Biri nur, 70’i ateş yolunda…İsa’nın ümmeti de 72 bölüm… Biri nur, 71’i ateş istikametinde…Benim ümmetim de 73 fırka olacak; biri nura, 72’si ateşe yönelecek ”

Hadis-i Şerif “ bütün zaman ve mekan boyunca Yahudi budur ve hep böyle kalacaktır!(A) ve (B) çizgisi üzerinde, işine geldiği ve fırsatları değerlendirme imkanı bulduğu nispette, yolu, kah (A)’ ya kah (B)’ye bağlı gösterecek ve insani zaafı o an için hangi yönde görürse, o yönden saldıracaktır.

Onlar ki; nerede, hangi fikir etrafında birlik ve yekparelik görürse, onu fesada götürmeye ve bu rada kendi çıkarını sağlamaya memur bir (defatist-bozguncu)dur… Ve aslında hiçbir dünya görüşünün samimi bağlısı değillerdir. Onların fikrince dünya allak bullak gitmelidir ki, kendilerinin selamet ve menfaat muvazenesini koruyabilsinler.”

Necip Fazıl Kısakürek

Sizlere tavsiye edeceğimiz ikinci kitap;Üstad Necip Fazıl’ın “Doğru Yolun Sapık Kolları/ Arınma Çağında İslam” adlı eseri olacaktır.

Page 32: Melul Pasa Sayi1

İşte şifreler;

12.06/ 11

03.07/

Attığımız bu başlığı hakaretamiz olarak algılamayın. Bir bilmeceye dönen, kimsenin akıl sır erdiremediği Emenike vakasını gerçekten anlayamadığımız ve futbol literatüründen bir karşılık bulmadığımız için böylesi bir başlıkla başlamış bulunduk.

Bu sorumuzu belki de Nijeryalı’dan önce, sayın başkana ya da teknik direktöre veya futbolcu kardeşlerimize sormak daha mantıklı olsa gerek. Çünkü “sen ne ayaksın” diyerekten Emenike’ye sorsak hemen mızmızlanır, biraz bastırsak soyunarak kaçmaya başlar. Bu adem ejderhası kardeşimizin kırılganlığı o kadar saçma boyutlarda ki, sanırsınız abimiz cami inşaatında hayrına iş tutuyor.

Arkadaş sen kamyon yüküyle parayı niye alıyorsun? Sakın bize ahkam kesme “futbolum ve yeteneğim için alıyorum” deme. O zaman bir zahmet dünyanın en kolay işini yapıver derler. Kimse seni sevmiyorsa şayet, artık bırak kimselere bakmayı birazcık dahi olsa kendine bir bakıver.

Açık ve net söyleyelim, bu adamın aldığı paranın yarısını alıp hangimiz aynı seviyede edepli edepsiz eleştirilere göğüs germeyiz? Hele ki oynarmış gibi yapıp çocuk gibi davranıyorsak çıt bile çıkartmayız. Birde üstüne kolay para kazanmanın rahatlığını yaşamaz mıyız? Futbol oynamasak bile, insanların gazlarını alabilmek ve onları rahatlatmak gailesinde biraz olsun parayı hak ettiğimizi düşünürüz.

Hem ay sonunu zor denkleştiren çoğu taraftar evine gittiğinde ailesine, çocuğuna, eşine patlayacağına bize patlasın deriz, azıcıkta olsa işe yaramış oluruz.

Pek tabi burada ki mihenk noktası, aylardır performansı ve verdiği enerjisi yerlerde olan bir futbolcunun dünya futbol tarihinde görülmemiş bir biçimde arkasında duran başkanının ve teknik direktörünün değerlendirme kıstaslarının ne olabileceğidir.

Sanki bizler hiç futbol bilmiyormuşuz gibi yapılan konuşmaların, maç içinde “bir lütüf ” gibi ortaya koyduğu saman alevi perfrmanslarından yol bularak onu aklamaya çalışmalarının mantığı ne ola. Takım geçen sene ligi forse ederken, şampiyon olmuş bir teknik direktörün Emenike’den sebep gönderilmesi ne biçim şey. Siz bakmayın Ersun hocanın fındık kabuğunu doldurmayacak sebepler sunularak gönderilmesine. Zaten kimse aptal değil. Egolardan ve bazı futbolculardan müsebbip fiş çekildiğini herkes bilmektedir.

Velhasıl kelam… teknik söylemlerle ve futbol literatürüyle açıklana gelemez bir futbol meselesi nasıl anlatılır?

Futbolumuzun içinde bulunduğu durumu çöle benzetecek olursak, emenike meselesi elbet bir kum tanesinden daha öte olamaz. Bu böyledir amma her meselenin olduğu gibi bunun da kırılmaya namzet bir şifresi vardır.

Şifreleri şimdi verelim, bir daha ki sayımızda nasipse hep birlikte çözelim.

Hele söyle hele Aslında sen kimsin Emenike !…

31mel l pasa.

Page 33: Melul Pasa Sayi1

Futbolu yönetenlerin ticaretten değil de daha çok spor ve futbol olgusundan ne anladıklarını irdelediğimiz zaman,

Hacicavcav gibi fosilleşmiş zihniyetlerin oluşturdukları tahakkümlerini başlarına çaldığımız ve her türlü fosil zihniyetleri yeşil sahalara gömdüğümüz zaman,

Futbolun dil ile değil, top ile oynanan ve oynanma yerinin gri zeminler yerine, pürüzsüz yeşil zeminler olduğunu anladığımız zaman,

Hem sportif başarı olarak hem de futbol bilgisi olarak yanına dahi yaklaşamadığımız ecnebilerin sadece bizim gibi insan olduğunu kabul ettiğimiz ve bizden tek farklılıklarının; yaptıkları işin ve rahat hayatlarının kıymetini bilip karakter sahibi olmalarından kaynaklandığını içselleştirdiğimiz zaman,

Futbolcularımızın dünyanın en kolay işerinden birini eline yüzüne bulaştırdıktan sonra daha ilk fırsatta küçük kız çocukları gibi mızmızlanıp her daim ağlamalarından kurtulduğumuz zaman,

Futbolcularımızın her türlü siyaseti bırakıp dondurma yalar gibi başkan yalamayı bıraktığı ve kadroya gerçekten hak ettiği için girmeyi şiar edindiği zaman,

Yazar, yorumcu, yönetici ve teknik direktör taifesinin rotasyonunda ve oryantasyonunda kısır döngülerden kurtulduğumuz ve bu minvalde gerçekten çabası olan ilim-bilim-irfan sahibi iş gücünü yetiştirebildiğimiz zaman,

Futbol sülalesinde bulunan kim varsa hepimizin bu hususta bön ve berbatlığını kavradığı ve bu bağlamda hakemlerin bizlerden birileri olduğunu görüp, biz neysek onlarında aynısı olmaktan başka yapabilecekleri bir şey olmadığını hesap ettiğimiz zaman,

Kendi başarısızlıklarını başkalarına yüklemeye çalışanların çokça bulunduğu bir ortamdan ancak ve ancak kaosun çıkabileceğini öngördüğümüz zaman,

Takım tutarken bir partizan gibi davranarak, hayatta daha önemli unusurlarımız yokmuşcasına kulüplerimizi desteklemeyi bıraktığımız zaman,

Tanzimattan bu tarafa devam eden ecnebi sevdamızı hak edenle ve ölçüler dahilinde yaşamayı bildiğimiz zaman,

Özellikle büyük kulüpleri yönetenlerin üçüncü sayfa güzeli misali her yerde boy göstermeyi terk ettikleri zaman,

Lüküs hayatlarıyla, malikaneleriyle ve milyonluk arabalarıyla zevcelerini memnun ve mutlu etmeyi iyi beceren futbolcu kardeşlerimizin aslında veli nimeti olan taraftarları için de ufak küçücük bir zuhurda bulunarak elinden geleni ardına koymama gerekliliğini yüreciklerine kazıdıkları zaman,

Tekrar tekrar seyredebildiği bir pozisyon üstüne hakemleri yerden yere vurup, onları her bakımdan sömürenlere; “dur bakalım arkadaş, ne oluyoruz kafan mı iyi” diyebildiğimiz zaman,

Futbol endüstrisinin iletişimiyle, psikolojisiyle, sosyolojisiyle, bahisiyle, şikesiyle, kara para aklama cennetliğiyle ve siyasetiyle nasıl kocaman bir sektör olduğunu belleyip, futbolun sadece topa iki tekmük atmaktan ibaret olmadığını kabul edebildiğimiz zaman,

Mehmet Demirkol’ların, Metin Tekinler’in, Ali Eceler’in, Uğur Melekeler’in, Murat Kosovalar’ın, Mert Aydınlar’ın yani kısacası işine ve insana önem verenlerin kıymetlerini hakkıyla bildiğimiz zaman,

-Not-

Elbette futbolcusundan yöneticisine, medyasından teknik direktörüne bazıları işinin ehli ve karakterli, onlar her zaman istisna… fakat küçücük bir azınlık bunlar… ve belki bu çürümüşlük bugüne kadar kendini bir değer olarak taşımışsa bu arkadaşların ve kardeşlerimizin yüzü gözü hürmetinedir…

TÜRK FUTBOLU NE ZAMAN BAŞKA OLUR ?TÜRK FUTBOLU NE ZAMAN BAŞKA OLUR ?

32mel l pasa.

Page 34: Melul Pasa Sayi1

Bir çoğumuzun sanırım tasvip etmediği ve hatta bazılarımızın ifrit olduğu bir spor şahsiyetidir, Ergin Ataman. Bazen magazin sayfalarına sıçrayan gönül ilişkilerinden, bazen oyuncularıyla arasında ki tokat derekesine varan sert ve haşin münasebetlerinden, bazen de rakip takımların idarecileri ve sempatizanlarıyla içine girdiği kavga hallerinden tanıdığımız bir basketbol dinamiğidir, Ergin Ataman. Mızmızlandığı dönemler olmamış değildir ve evet bir çok muhatabını bu şekilde kızdırır. Ama bu kızgınlık, genelde haksız olduğundan ziyade daha çok bazı takındığı yakışıksız üslup tarzından yol bulur. Realisttir. Realist olduğu kadar da duygusaldır. Oyuncusunu sonuna kadar koruduğu anlar da olur, sinirlerine hakim olamayıp medyanın önüne attığı da.

En büyük kısmetsizliği; ivme yakalayıp parkeyi forse etmeye namzet iki büyük takımın maddi krize girerek batağa saplanması olmuştur. Maddi sorunları veya idarecilik sorunları olmayan, kurumsal bir kulüpte kullanabileceği bir bütçe verilerek yeteri kadar sabredilse kulübü nerelere getirebileceği maalesef şu ana kadar hep muğlak kalmıştır. A milli takımımızda Tanjeviç’e gösterilen ihtimamın ve sabrın yarısı kendisine gösterilirse, sanıyoruz ki çok başarılı olacaktır. Başarısız olma ihtimali var mıdır? Elbette vardır. Bütün dünya insanlarının aynı ihtimalde olduğu gibi. Her ihtimal hepimiz için kaçınılmazdır. Buradaki asıl mesele ihtimallerin risk eşikleri yada risk dereceleridir. Bu minvalde Ergin hoca başarısız olma ihtimali düşük, risk eşikleri öngörüle bilinir bir hocadır. Tıpkı Obrodoviç gibi. Sadece Obrodoviç gibi çok daha büyük olabilmesi için zamana ihtiyacı vardır.

Anlayacağınız Ergin Atamanla ilgili müspet veya menfi çok şey dile getirip, bunu dedikodu safhasına taşıyarak saatlerce kelam edebiliriz. Zaten dedikodunun tatlı dilli öldürücü bir yılan olması, gereksiz lafızlardan ileri gelir. Üstelik millet olarak pek severiz birbirimizi çekiştirmeyi. Yaptığı işin kalitesine bakmadan, tanımaya gerek bile duymadan, bir insanın, aslında bizi hiç ilgilendirmeyen hayatında olabilmek çabası, memleketimizin çokça benimsediği bir durumdur. İnsanımızla ilgili öylesine gereksiz ayrıntıları takılıp duruyoruz ki, nice değerimizi yeterince verim alamadan yiyip tüketiyoruz. Öyle bir ironi ve çelişki demetidir ki bu, en yakınlarımızı bile heder etmekten kendimizi alamıyoruz.

Yiğidi öldür hakkını ver…

33

Page 35: Melul Pasa Sayi1

Karakteri bizlere uysun veya uymasın, hoşumuza gitsin-gitmesin, gerçek şu ki; Ergin Ataman spor bilgisi ve öngörüsü yüksek, taktik bilgi ve disiplini gelişmiş, birkaç pürüz dışında oyuncu-koç ilişkileri ve iletişimi oldukça tatmin edici, takım kurup yönetmekte çok meziyetli ve Avrupa’nın ilk onunda kendine rahatlıkla yer bulabilecek bir koçtur. Tuhaf tuhaf ve hezimet dolu maçlar kariyerinde yok değildir. Fakat genellikle ilk merhalede kayıpların ve hezimetlerin baş müsebbibi kendinden gayrı, içinde olduğu organizasyonlarda önü alınamayan idari ve mali açmazlardır.

Zaten yaptığı iş bağlamında bizlerin dalkavukluğuna ihtiyacı yoktur. Geride bıraktığımız son on yılına bakacak olursak istatistik bizlere ışık olabilecektir. İdari sıkıntılar ve ağır mali sorunlarla boğuşmasına rağmen, kendisi ve takımları her zaman, sportif anlamda kabul görmüş duruş ve başarılara imza atmıştır. Altı kişilik rotasyonla ve yerlerde sürünen morallerle, Avrupa Liginin bu sezon ki en iyi beş takımından biri olan ezeli ve ebedi rakibine diş geçirebilmesi başlı başına olaydır. Sadece Fenerbahçe maçı bile, bizlere taktik disiplin ve motivasyon konularında çok başarılı olduğunu göstermesi bakımından yeterli olmalıdır. Elbette Fenerbahçe maçında taraftarın itici gücü yadsınamaz amma velakin karşınızdaki takımın da size gelene kadar, Avrupa Liginde epey zorlu deplasmanlardan başı dik ayrılmış,

rakip sahalarda üst üste sekiz maç almış bir takım olduğu unutulmamalıdır.

Dergi olarak kamuoyundan istirhamımız şudur;

Ülkemizin yetiştirdiği insanlarımızı önce icraatları ve potansiyelleri ışığında değerlendirelim. Olan biten vakaları şahsileştirmekten uzak değerlendirmemiz gerektiğini idrak edelim. Ülke olarak her satıhta muvaffakiyet beklentisi içine girmeden önceki yargılarımızla dünyaya açtığımız ve aynı zamanda küflenmiş pencerelerimizi kapatalım. Yepyeni, önyargısız ve hakkaniyetli pencereler açalım.

Yoksa her alanda, her sektörde kendi kendimizin kurdu olup, gündelik kısır ve sığ çekişmelerle ne kadar değerimiz varsa yiyip tüketeceğiz. Özellikle A milli takımımızın Ergin Atamana çok ihtiyacı vardır. Ego yarıştıralım derken insanların alanlarını daraltmayalım, yeter ki ona nefes alabileceği alan ve kendi takımını kurup yönetmesi için imkan verelim. Sonrası nasip, kısmet…

mel l pasa.34

Page 36: Melul Pasa Sayi1

Futbolda altyapı anlayışımızın bir paçavra olduğunu bilmeyeniniz yoktur. Markalaşma şöyle dursun hep dışa bağımlı olduğumuzu da bilmeyen yoktur. Bu işin sebeplerinden biri dayak dersek ne dersiniz? Dayaktan sadece fiziki darp anlaşılmasın. Küfür, sövgü, bağır çağır ve hakaret her türlü hiddeti bunun içine sokabiliriz.

Ebeveynler çocuklarını futbola sevk ederken, tek düşündükleri kendilerinin ve çocuklarının içinde bulundukları hayatlarından, daha rahat hayat idame ettirebilmeleri. “Eti senin kemiği benim” ananesi günümüzde sadece satıh değiştirmiş durumda. Modern zamanlarda yeni zanaat futbol. Eskiden futbolla uğraşan çocuklar bela olarak görülürken şimdilerde ise umut olarak görünmekte. İşte böyle böyle altyapılara teslim edilen umut çocuklarının geleceklerinden duyulan kaygı, eğiticilerinin onlara yaptıkları her çeşit hiddet olaylarının hasır altı edilmesine yol açıyor. Yeter ki çocuğum başarılı ve kazanan bir futbolcu olsun, olur böyle şeyler hem sonuçta hocalarının vurdukları yerde gül biter denerek, gencecik yetenekler daha ilk etapta eşsiz bir sindirilmeyle karşı karşıya kalıyor.

Ve ne yazıktır ki bu şiddet olayı gündelik hayatlarımızda hepimizin içinde olduğu ve şahitlik ettiği bir şey. Şaşırmak lüks olsa gerek. Özellikle Galatasaray camiasının yaşadığı tokat olayı en azından bizim, futbol altyapılarında bu dayak olayına biraz eğilmemize, kulak kabartmamıza ve gözlem yapmamıza vesile oldu. Tek tavsiyemiz istikrarlı bir biçimde gidin ve biraz takip edin. Miniğinden küçüğüne, küçüğünden büyüğüne altyapı cevherlerinin hem sözlü hem de fiziki ne badirelerden geçtiğini göreceksiniz. Daha sabilere ve yeni ergenlere bırakın vurmayı, küfürlerle ve sert sözlerle yaklaşmak onları nasıl tüketecektir bir bilenimiz var mı? Bunun var olduğu gerçeğini sizlere kanıtlamaya gerek yok, hepimiz aynı ülkede yaşamaktayız, biliriz birbirimizi.

Peki dayak yada her türlü şiddet hali nasıl meydana çıkar. Bu iki olgu; herhangi bir beklentinin karşılanmaması üzerine beklenti sahibinin bu sonuçlara katlanamayacak ve bunu kaldıramayacak olmasından mütevelli, beklenti sahibinin,

Altyapı dayakvefubolda marka olmak

beklenti duyuluna besleyeceği bir tepki çeşidi olarak ortaya çıkar. Peki öyleyse altyapılarda eğitmen ve insan yetiştiren taife nasıl bir beklenti dahilinde güdülenir ki çocukları ve ergenleri, kazanmak ve gündelik başarı kalıbına sokup, hiddetle onların bu kalıplarda kalmasını umar. Evet üzülerek söylemeliyiz ki eğitim yuvaları altyapılarda, büyüklerde ve profesyonel arenalarda olması icap eden rekabet mantığı, kazanma hırsı ve gündelik başarılar odak noktası yapılmış. Doğal olarak bunun bir sebebi var.

İşte tam burada büyük yöneticilerimizin “mış” gibi yapmaları ortaya çıkar. Her türlü branşın altyapısından tek bekledikleri gereksiz birincilikler ve kazanabilme hırsları olan, buralarda ki gündelik başarıları ambalajları yaparak kamu aleme “bakın efendim altyapılarda şunu şöyle yendik, şöyle şampiyon olduk, üstelik uluslar arası başarılarımız bile

var, altyapıda muazzamız” diyen yöneticiler kimsenin hatırlamadığı ve gerekte olmayan başarıları kendilerine apolet yaparlar. Tarih hakiki başarıları ve başarısızlıkları hep sinesine kazımıştır. Ve tarihin kıstasları bizimkilerle hiç örtüşmez. Örneğin tarih için, altyapının tek kıstası, A takımlara kaliteli, kalıcı ve pazarlanabilir sporcular ve güzel insanlar çıkarmak olmalıyken, bunun yerine baz aldığımız kendi kısır kıstaslarımızla sadece kazanmaya programlanmış ve bunun için ne gerekiyorsa yapılmalı mantığıyla robotlar yetiştirmek nasıl bir düstur anlayanınız var mı. Ve üstelik aşırı baskıya dayanamayan

kısacık ömürlü robotlar. Sen bir yönetici olarak başarı kıstasını sadece oyuncu kazanmaya odaklamazsan, altyapı hocalarının ödüllendirilmesini kimsenin hatırlamayacağı birinciliklere endekslersen, oyuncu yetiştirenleri hep görmezden gelip onlara kıymet vermezsen dayağın yanında daha neler olur neler. Siz şimdi birisinin yeterliliğini gündelik başarılara endekslerseniz, para kazanabilme yolunu bu çizgide belirlerseniz, o birisi de dediğini yapmayan veya yapamayan sabilere karşı “ne yapıyorsunuz lan, benim ekmeğimle mi oynuyorsunuz, yetişmenizden kime ne, sadece kazanın ve yetişmiş gibi yapın, böylelikle bu şekilci zihniyetlere bizim gibi kendinizi yutturur hayatınızı yaşarsınız.” diyerekten türlü baskı modelleri geliştirir. İşte o birileri gibi man kafa eğitim mantığıyla ne ümitler beslediğimiz gencecik şampiyon yetenekler hiddet ve baskı ile kendine

35

Page 37: Melul Pasa Sayi1

güvensiz ve insiyatif alabilmekten aciz bir şekilde yetişir, kapak attıkları ilk yerde kaybolup giderler. Ne yıldız adayları, ne şaşalar sayarız şaşarsınız. Zaten biraz hafızalarınızı zorlarsanız bizden çok daha fazlasını hatırlarsınız.

Kimisi bir arabanın dumanına, kimisi kumarda, kimisi kadın kucaklarında veya başka başka zevk alanlarında… Üstelik gerçek anlamda eğitilmediklerinden aşılanan kazanma hırsını karşılayacak yeterlilikleri olmadığı içinde büyüdüklerinde sahalarda öfke nöbetleri geçirmeleri cabası. Elbet bir çocuğa belli bir yaşa kadar gücünüz nispetinde ite kaka, vura kıra, bağıra çağıra dediğinizi yaptırır bir şekilde kazanır ve kazandırırsınız. Onlara çok ufak yaşlarda kazanma hırsını verebilirsiniz. Fakat fıtrat işte, en az on sekizine kadar çok başka kazanımlar elde etmeliyken verilen bu hırs gerginlikle birleşince onları öyle bir tüketir ki gençleri, geriye ne et kalır ne de kemikler. Geride sadece “mış” gibi yapan cesetler ve hepinizin malumu futbol endüstrimizin çökmüş hali…

Sıkça futbolda markalaşmaktan bahsedilir. Peki bunun tam olarak ne olduğu hakkında kafa yormuşluğumuz ve markalaşma yolunun başlangıcı neresidir diye sormuşluğumuz var mıdır?

“mış” gibi yapmakla marka olunur mu?

Şimdi zirai, sınai veya hizmet üretim sektörlerini düşünelim. Bu sektörler bulundukları endüstride var olabilmek ve buralara değer katarak farklılık gösterebilmek adına ilk etapta ne yapmalılar. Elbet değerli ve işe yarar bir ürün ortaya koymakla, yani önce üretmekle işe başlamalılar. Sonra ürününün kalitesine göre sektörde ki yerlerini alırlar. Bir domates üreticisi domates elde etmeden, sadece tarlasının iyi görünmesinden dolayı para kazanabilir mi veya kabzımala laf anlatabilir mi?

Bir makine ya da teçhizat üreten fabrika öylece durup sadece fabrikasının mimarisi ve peysajı ile ömrünü sürdürebilir mi?

Ya da bir danışman sadece kisvesiyle ve güzel konuşabilmesiyle yetinip kayda değer fikir üretmeden işinde var olabilir mi?

Demek ki bizim yöneticilerimiz futbolla uğraşmaya bıraksalar ve bu sektörlere girseler diyecekler ki çalışanlarına;

“boş ver, domates çürük çarık olsun fark etmez, sen tarlayı güzel göstert kafi”

“aman canım ne olacak, teçhizatı odağında tutma, kullanım süresinin verimliliğini kafaya takma, fabrikamızı alla pulla yeter”

“danışman bey siz güzel giyinin, bakımlı olun ve boş boş ama hatip gibi konuşun fikirlerinizi de kendinize saklayın”

Bu kafada olurlarsa ne olurlar? Biz söyleyelim; katrana sokup tüylerle kaplarlar, ibret-i meczup diye belde belde dolaştırırlar. Ama futbolda işler kolay. Günü kurtarsın kafi.

Bulunduğu kurum, kulüp olsun federasyon olsun babasının malı mı, dimi ya. Nasılsa bugün varsın, yarın yoksun. Nev-i şahsını dava sahibi idealistmiş gibi görsünler yeter.

Velhasıl kelam, altyapıda, gerek lafzi gerek akti olarak beklenen ve pazarlanan içi boş gündelik başarılar, erk sahiplerinin koltuklarına yapışmak için kendilerine çaktıkları bir çividen ibaret. O çiviyi oradan çıkartmak lazım. İnsan ve sporcu yetiştirmeye yüreği, ilmi ve irfanı olan spor adamlarının o koltuklara oturması lazım. Altyapılarımızda kendi aramızda ve bazen de dışarıda ki manasız başarıları işaret etmek ve buna tamam demek, katıksız bir “mış” gibi yapmak ve yaşamaktır. Mesele profesyonel arenalarda, elit turnuvalarda boy gösterip damga vurabilmektir. Siz neden sanıyorsunuz uluslararası platformlarda ki yitikliğimizi. Kaynağımız çok ama kaynakları mundar yapan daha çok.

Futbolda markalaşmak altyapılardan gelen kendine

güveni tam, hırsı ve azmi yolun başında, pazarlanabilir ürünlerle mümkündür. Bu ürünleri elde etmek; gencecik beyinlerden kazanabilme hırsını alıp, gündelik başarılara sırt çevirip, oyun değil insan kazanabilme azminin yerleşmesiyle vuku bulur. Bu azim ise “mış” gibi yapan futbol yönetici ve başkanlarının olmamasıyla bağlantılıdır. Hiddet ve şiddet, yöneticilerin taleplerinde barındırdıkları tahakkümle alakalıdır. Böyle yöneticilerimizin olması bizim cehaletimizden yol alır.

Unutmayalım ne biz nezdinde, ne de tarih nezdinde, Ronaldo’nun veya Messi’nin kendi dönemlerindeki minik ya da genç takımlarının başarıları başka bir deyişle şampiyonlukları konuşulmaz, bizzat Ronaldo, Messi ve onların nasıl yetiştirildiği, nasıl işlendiği konuşulur. Bunlar gibi bir çok sporcunun hocaları konuşulur. Altyapıların işleri müzeye kupa veya değeri olmayan madalya doldurmak değil, kuşe kağıdı posterlere yıldız doldurmaktır. Umuyoruz bundan sonra biz talep edenler gözümüze sokulanlara değil, olması gerekenlere bakar, buna göre takdirlerimizi belirleriz. Talep edenin kalitesi ne ise arz edilenin kalitesi odur. Dayağın çıkışı ve altyapıların çökerek markalaşma önünde oluşan engellerin ana kaynağı biz talep edenlerin zihniyetleridir. Ülkemizin artık “mış” gibi yapan “ben merkezlerden” çıkıp, öze dönmesi gerekir.

Sormuşlar hocaya “hocam dünyanın merkezi neresi” diye, o da “ahanda tam üstüne bastığım yer” demiş…

mel l pasa.

36

Page 38: Melul Pasa Sayi1

17. yy. ortaları, Osmanlı durgunluk döneminde olsa bile hala dünyanın bir numaralı gücü konumunda. Osmanlı devlet geleneği olması hasebiyle o yıllarda da belli aralıklarla bazen dostane bazen kulak çekme bazen de her ikisi birden ve ayrıca vergi salıp toplamak adına, devletlere ve vs.. elçiler göndermek suretiyle onlarla iletişim kanallarını açık tutarak, tebaası olarak gördüğü dünyanın halini ahvalini anlayabilmek için girişimlerde bulunulurmuş. Ve verilmeyen vergiler de tahsil olunurmuş.

Osmanlı heyetlerinin en büyük sıkıntısı o zamanların saçma sapan ve anlaşılmaz diplomasi trafiğiymiş. Özellikle Osmanlı karşısında ezik ve yitik Avrupalı kralların; “er meydanında yenemiyorsak diplomaside diş geçirelim bari” gailesinde yürüttükleri kibirli diplomasi ritüelleri pek kızdırırmış giden elçi heyetlerini. Ama ne yaparsın devlet işleri işte hem sabredeceksin hem diplomasiyi İslam Sancağının şanına göre yürüteceksin hem de aman vermeyeceksin. Zor işti o yıllarda da hep olduğu gibi dış ziyaretler. Ama burası da Osmanlıydı arkadaş, küffara aman vermeyen ve gücünü

imanından alan… Devlet-i Aliyede kim olursa olsun, oynak ve kaypak tavırlara pabuç bırakılır mıydı? Bırakılmazdı elbet bırakılmazdı fakat yine de sözün tükendiği yere kadar iletişimi sürdürmek İslam gereğiydi. Gerçi diplomasi en nihayetinde bizim genetiğimize uygun sonlandırılırmış lakin yine de mümkün olan yere kadar sopa göstermek marifetiyle değil de biraz lisan-ı hal ile biraz da konuşmak gailesinde çaba gösterilirmiş. Ama kefere işte her seferinde denemekten ve zorlamaktan, çılgınlar gibi korksa bile geri durmazmış.

İşte yine zamanın birinde, 1663 yılında, ikinci Viyana Muhasarasından yirmi yıl evvel Kara Mehmed paşaya Rumeli beylerbeyi payesi verilip Alman İmparatoru’na elçi olarak gönderilmiş. Kara Mehmed Paşa pek debdebeli bir alay ve kalabalık bir maiyetle Viyana önlerine vardığı zaman, heyet şehrin dışında ki meşhur bir sayfiyede bir hafta kadar bekletilmiş diplomasi diliyle dinlendirilmiş. Artık şehre girme günü gelip çattığı zaman başlamış imparatorun kıvırtık diplomasi trafiği…

Çasar yani imparator tarafından gönderilen baş tercüman Mikel ve baş komiser çıkagelmiş. Zaten bir hafta bekletilen paşa gıcık kapmış ve az biraz hiddetliymiş. Yine de onların barbar tanımlamalarını haklı çıkartıp fevri davranarak İslam’a leke atfedilsin istemezmiş. Gelenlerin titrekliğinden varmış bir karın ağrıları, paşanın gözünden kaçmamış ve hadi hayırlısı diyerek başlamış dinlemeye;

“- çasar hazretleri sultanıma selamlar ettiler. Yarın sabah mübarek Pazar günümüzdür. Alay ile şehri teşrif buyursunlar dediler. Lakin ağırlık arabaları ve cümle ağırlıklar evvel gitsinler diye çasar hazretleri öyle buyurdular”

dediklerinde Paşa tereddütsüz ve hemen ve sanki bunu bekliyormuşcasına

“— bizim ağırlığımıza kimsenin hükmü yoktur ve ola gelemez. Hem padişahımızın içinde emanet hediyeleri vardır. Ağırlık bizden ayrılamaz”

benim‘Kafirler’

Alay’ıma giremez !

37

1Bir zamanlar Ceddimiz ...

Page 39: Melul Pasa Sayi1

Kefereler daha ilk adımda paşanın sert hatta kelleleri aldı alacak ahvalinden kala kalmışlar ve başlamışlar eğile büküle ikna çabalarına;

“— sultanımın ağırlığı ileri gitsin demekten murad odur ki, çasar hazretlerinin konağı kaleden dışarıdadır. Sultanım siz saadetle alayınızla kale izdihamından geçersiniz. Onun için ağırlık evvel gitsin” dediklerinde

Paşa içinden, neyse demiş büyüklük bizde kalsın uzlaşmaya gayret gösterelim, onların dediği olmaz olmasına orta yol bulmaya çalışalım veçhesinde;

“— imdi araba ve develer dışarıdan, önden gitsin. Katar katırları cümle benimle gitsin” demiş.

Kefere baş komiser yine söze başlamış;

“— kıymetli sultanım istirham ediyoruz çasar hazretleri azametle buyurdular ki…”

Daha lafzın başında anlamış paşa bunların avrat avrat kıvırmalarını ve bu minvalde korkutan bir höst nidasıyla baş komiserin lafını yutmasını sağlamış;

“— bre melun dinsiz bre gafil, vallahi bir daha senin ağzından Çasar azametle şöyle buyurdu yok efendim böyle söyledi sözlerini işitmeyeyim. Yoksa seni hançer kabzasıyla tepelerim. Azamet, bir tek ve sadece Allah’a mahsustur.

Bizim cihan padişahımız bile azametle diyemezken sen nasıl ikide bir de azametle dersin deyyus” deyince

Kafirin söze mecali yetmemiş, hayret ve korku aleminde donakalmış. Sonuçta farkındalığı o ki, karşısında Müslüman bir kumandan ve Osmanlı Devleti var. İçinden bizim kellecik gidecek şimdi teker meker diye geçirmeye, soğuk soğuk terler dökmeye başlamış. Mikel tercüman komiserin ahvalini görünce İmparatorun isteklerini sıralamaya devam etmek istemiş. Söylemesem olmaz söylesem hiç olmaz çelişkisinde battı balık yan gider diyerekten;

“— sultanım, çasarın size çok selamları odur ki; alaylarıyla kalemize girerken, sancak ve bayraklarını ve alemlerini açmasınlar ve sancak sırıklarını kaldırmasınlar ve omuzlarında götürmesinler. Zira kale kapısı alçaktır ve mehterhanelerini çalmasınlar ve paşanın önü sıra benim mehterhanım çalınsın ve bizim Sultanzadeler ve vüzera-zadeler paşanın önü sıra gitsinler ve paşanın ardı sıra benim içoğlanların yürüsünler ve cümle sipahilerim ve graflar ve

kaptanlar ve arşevekler ve beylerim paşanın önü sıra gitsin diye buyurdu…”

Deyince artık paşanın bu saçmalıklara katlanacak sabrı kalmamış. Gülsem mi ağlasam mı, ölür müsün öldürür müsün çelişkileriyle ve gizleyemediği dudak altı tebessümünün üstüne zaten bir hafta bekletilmenin üstüne bu acayip haller eklenince, hiç bitmeyen “ve” bağlaçları esintisi onu ateş parçasına döndürmüş eli kılıcına giderken la havle deyip söze başlamış;

“— baka kafirler… sizin beni burada bir hafta oturtmanızın

aslı ve sonu buna mı çıktı? Bu sizin ettiğiniz kabul edilemez bir şeydir. Sizin amacınız ne. Yoksa bu tahkir için midir? Benimi sınamaktasınız yoksa kanınıza mı susadınız?

Deyince iki kefere son anlarıymış edasıyla, aynı anda ve anlaşılmaz biçimde yalvar yakar söze atlayınca, bu acziyet paşanın daha da sinirini dokunmuş ve bir bakışıyla kendilerine getirip adam gibi birisinin söz almasını sağlamış. Mikel ha kuvvet ha gayret söz almış

“— Haşa, sümme haşa ki bu konuştuklarımız ve ettiklerimiz sultanımıza tahkir ola. Lakin elçi paşa karındaşlarınıza hep böyle ederiz. Kanunumuz böyledir.”

Denildiği vakit, anlamış ki paşa, bu iş böyle olmayacak. Bu ahvallerin erlikle alakası yok. Bu işi nihayetlendirmek üzere söyleyeceklerini söyleyip buna rağmen hala aynı yerdelerse bu kefereler,

sonrasında gereğini yapmak üzere name gibi ve rakip sahada olmasına rağmen kudretli edayla söze başlamış;

“— İmdi, sizin kanunuz öyle ise pek yazık, çünkü bu dinsiz kafirin kanunsuz batıl ayinleridir. Ama biz İslam padişahının vüzerasıyız. Bizim eskiden beri kanunumuz böyledir ki, ben Rumeli beylerbeyisiyim. Teşrifat kanunumuz odur ki Padişah tarafından size biçilen on iki yük akça yıllık gelirim vardır. Mazul da olsam , vazifede de bulunsam dava dinleyip suçluları katil ve siyaset ederek ve yedişer kat mehterhanemi çalarak alay ederim ve alayımın içini ecnebiden adam koymam. Eğer girerse vur ederim. Üstelik ben; Mekke ve Medine ve Kudüs ve Bağdat ve Şam ve Halep padişahının elçisi olayım da niçin Peygamber sancağını açmayayım ve niçin alayımın içine kafirleri koyup cümle ağalarımı darmadağınık ettireyim ve niçin alayımda kafirlerin borularını ve davullarını ve deccalların çaldırayım. Ey imdi, sizin meramınızı anladım. Anlamam o ki siz çokça kıvırtmaktasınız. Ben böyle avrat ahvalli krala varmam ve Osmanoğulları kanunumuzu bozmam. Üstelik beni karındaş dediğiniz diğer elçilerle

38

2 Bir zamanlar Ceddimiz ...

Page 40: Melul Pasa Sayi1

kıyas etmeyin. Onlar Kanije Eyaleti ve Temeşvar Eyaleti rütbesiyle gelirlerdi. Para hatırı için Osmanoğulları’nın ırzına leke getirip kral elinden şarap denilen haramı içelerdi. Beni o deyyuslarla hiç karıştırmayın. Bana ne para ve pul, ne de şarap lazım. Ancak İslam Sancağının ve padişahımızın ırzı lazımdır. İmdi, şu andan itibaren bana şunu da borçlusunuz. Siz burada bizi oyalayıp israf etmemize sebeb olmaktasınız. Bundan sonra ki bekleyişimiz, eğer kanunumuza göre beş yüz altmış adamıma birer okka ekmek, birer okka et ve beş yüz baş atlarıyla birer yem ve gayrı harçlarını verirseniz makbüldür. Lakin kanunumuza riayet etmeyip bize daha hakaret ederseniz ben burada on yıl cümle adamlarımla otursam yedirip ve giydirip otururum ve sizin bana iltifat etmediğinizi bir bir sadrazama arz ederim. Sizin dahi elçilerinizi İstanbul’da adam yerine koymayıp rağbet ve iltifat ve itibar etmeyip Galata limanlarında pavurya ve yengeç ve midye ve istiridye adlı müzahrefatı ve sümüklü böcekleri kaplumbağa ve ahtapot balıklarını yediredururum” dedikten sonra hışımla yaverine dönerek

“— tiz divan efendisini çağırın. Sadrazama halimizi bildirip arz edelim. Cümle askeri ve tatar askerlerini dağıtmasınlar. Sadrazama gittikten sonra bu iş ne olacağı aşikar. Sonrası ne ala”

diye buyurunca tercüman ve komiserin aklı başlarından çıkacak gibi olur. Bir sıkımlık canları çıktı çıkacak şekilde kendi krallarından bile daha heybetli, korkusuz ve geri adım atmaz gördükleri paşanın ayaklarına atılarak

“— aman sultanım lütfeyleyin. Arzı yazmayın… varalım bir kere çasarımıza danışalım” diye yalvara gelince, paşa;

“—bre hey melun dinsizler… Söze gelince çasar şöyle uludur, böyle şanlıdır filan ve falandır dersiniz. Bunda çasara danışacak ne var? Sizin çasardan başka iş bilir ve söz anlar adamlarınız yok mudur? Bizim Osmanlı vezirleri hatta beyleri işler görür, kaleler alır, bozar, bozulur, erdel krallarını ve eflak ve boğdan beylerini azledip Yanova ve Vara Kalelerini fethederler, Padişahın haberi olmayıp sonra fetihname gönderirler. Ama sizler bir elçiye bir ekmek ve bir okka et ziyade verelim mi diye hemen çasarımıza danışalım dersiniz. Sizin gibileri biz esir dahi almayız. He bu arada diğer hokkabaz merasimi ve şehre girişi danışmanıza gerek yok onun nasıl olacağı bizim hükmümüzdür.”

Kefereler soluk soluğa çasarlarına yanına varıp anlatınca, ulu(!) çasar acı acı ulumamak için dudağını ısırıp planının suya düştüğü gerçeğini kabul ederek baş eğmek zorunda olduğunu anlamış. Anlamış anlamasına fıtrat işte yine de son bir varyete hevesiyle ;

“— safa geldin ve hoş geldin, yüzümüze basa geldin.Cümle muradınız üzere alay olsun”

diye haber gönderip ve haberin yanında paşanın binmesi için sekiz at koşulu süslü bir kupa arabası da yollamış.

En azından bu biçimde de olsa dediği olsun ve paşanın maiyetinin gözünde ve sultanın gözünde itibarında zede olsun amacını güdedurmuş. Lakin Mehmed Paşa biraz kızgın biraz da hala sonuna kadar devam eden cüretkar ve denemekten bıkmayan durum karşısında şaşkın ve alaycı vaziyette;

“— ben arabaya binmem. Maiyetimdeki kimse de binemez. Biz Osmanlıyız. Bizim adetimiz küheylan atlara binmek, cirit oynayıp gazalara gitmektir. Bizim İstanbul’da böyle arabalara avratlar biner. Bize layık değildir”

Diyerekten arabayı göndere durmuş bu saçma sapan trafik karşısında dumur ve nedense yorgun vaziyette çelebiye dönmüş;

“— çelebi de bakalım nasıl işler bunlar, ne acayip ademler bunlar. Ben kılıç sallayıp cenk ettiğimde bile böyle yorulmuyorum. Sonuçta bizim istediğimiz gibi olacak bu belli, bekleşmişiz üstüne ses etmemişiz bu da belli… peki bunlar pişkin mi, ahmak mı ya da hepsi eceline mi susamış. Böyle imparator olur mu, gönderdiği kefere böyle acz içindeyse, çasarları kim ola. Bizim paşalarımız, bizim beylerimiz ve cümle ümmetimiz bu kefere sultanlardan daha sultandır. De bakalım belde belde gezersin. Olur muymuş böyle adamlık ”

Çelebi gevrek bir tebessümle paşayı dinleye dururken, not alıyor ve kahkaha patlatmamak için dişlerini sıkıyormuş. Ve o da dalmış söze;

“— ne diyeyim paşam, söze ne hacet. Kendiniz müşahitlik ettiniz. Bir musibet bin nasihatten evladır derler. Elçidir bir imparatorun aynası. Bizim memleketler gibi değildir diğer bu beldeler. Cümle kral, sultan böyle kaprisli ve oynaktır. Bizim er meydanlarında bileğimizle aldığımız şanı ve şöhreti, bunlar dilleriyle ve hinlikleriyle elde etmeye çalışırlar. Diş görmezlerse geri durmazlar. Ben sizi uyarırdım uyarmasına lakin tecrübe etmenizi istedim. Ve ayrıca diplomasi nereye varacak görmek istedim. Hem maiyetiniz hem de cümle kefere Devletimizin kudretini anlasın istedim. İnanın paşam kahkahalarla gülmemek için kendimi zor tuttum. Elçilerin tavrı karşısında anlamsızlığınız ve engin sebatınız görülmeye değerdi. Hem fena da olmadı, bize de kelam çıktı yazacak. Üstelik yazalım ki soylarımız gün gelir de gaflet ve dalalete düşer ise, acz içindelerse ve unutmuş olmuşlarsa atalarını, baka görsünler de neymiş ataları, devletin beyleri ve paşaları bile nasıl krallara dahi diz çöktürmede muktedir olabilirlermiş anlasınlar hele ki. İmdi bana müsaade, bakalım keferenin şehri nasıl imarlanmış ve cümle ademi nasılmış görüp yazagelelim.”

mel l pasa.

39

3Bir zamanlar Ceddimiz ...

Page 41: Melul Pasa Sayi1

40

4 Bir zamanlar Ceddimiz ...

Page 42: Melul Pasa Sayi1

Sahte Marko Paşa / Bir Provokasyonun Öyküsü - Mehmet Ergün,Medeniyetler Çatışması - Samuel P. Huntington,Nerimanov Mektuplar - Hüseyin Adıgüzel,Modern Dünya Tarihi - William Woodruff,Osmanlı Tarihi - Atilla Şahiner,Tarihin Tartışmalı Padişahı Abdülhamid - M. Kemal Pekdemir,National Geographic fotoğraf albümleri,National Geographic Dünya Tarihi - Neil Kagan, Abdülhamidin Hatıra Defteri - Alter Yayıncılık,Doğru Yolun Sapık Kolları - Necip Fazıl Kısakürek,Abdurrahman Dilipak - Cumhuriyete Giden Yol,Osmanlı İmparatorluğu Tarihi - J.Von Hammer

Mehmet Akif ErsoyAhmed Arifİsmet Özel

^ Faydalandıgımız kaynaklar ...

Feyiz aldıgımız sairler ...^ .